26 Ekim 2019 Cumartesi

YARALI GALAT





S
avaş yenilgisinin hüznü tüm Galat kabilelerinde devam ediyordu. Seleukoslara karşı Filler savaşında da yenilmişlerdi; ama o yenilgi böyle olmamıştı. Hatta o zamanki Seleukos kralı I.Antiokhos  savaşın galibi olmasına rağmen komutanlarına şu sözleri söyleyerek Galatları onurlandırmıştı,
“Kurtuluşumuzu şu on altı file borçlu olduğumuz için utanmalıyız! Galatlar bu canavar fillerden ürküp dağılmasalardı biz şimdi perişan olmuştuk.”
Savaş sonrası Antiokhos “Soter” ünvanını almış olmakla beraber Galatlara Galatya bölgesinde yaşamalarına karşı çıkmamış ve civar kentlerden vergi almalarına bile göz yummuştu. Bir savaş sonrası başlatılan bu Galat dostluğu sonraki yıllarda da devam etti ve hatta daha sonraki Seleukos krallarının Bergama ve Roma savaşlarında en büyük müttefikleri Galatlar oldular.
 Ama Bergama karşısındaki son yenilgileri Galatları çok zorlamıştı. Tektosag ve Tolistobog kabileleri çok kayıp vermişlerdi. Her ne kadar ölüm onlar için korkulacak bir şey olmasa da onurlarının zedelenmiş olması onlar için en büyük felaketti. Gelecekte bu yenilginin öcünü alacaklarına inanıyorlardı.
Attalos Soter kazandığı büyük zafer onuruna ileride dünyanın en büyük harikalarından biri olarak kabul edilecek Zeus sunağını[1] yaptırırken heykeltıraşlarına da büyük zaferini gösteren heykeller yapılması emrini vermişti. Bergamalı ünlü heykeltıraş Epigonos o kadar güzel eserler ortya çıkarttı ki sadece Attalos ve Bergama değil barbar olarak niteledikleri Galatlar da ebedileştirilmiş oldular. Bergama heykeltıraşlık okulu tüm Hellen ve Roma dünyası için çok değerli sanatkarlar yetiştirmiş ve dünyaca kabul gören eserlerin üretilmesini sağlamıştır. Attalos’un kazandığı zafer ne kadar büyük olursa olsun geçici bir başarıydı. Bununla beraber, Attaolos’un Zeus sunağının inşaatını başlatması ve zafer onuruna unutulmayacak eserler ortaya çıkmasını sağlaması savaşta kazandığı başarıdan çok daha büyük bir başarıydı.  Attalos I Soter Galataların Anadolu’daki  saldırılarını iki yüzyıl kadar önce Perslerin Hellen istilasına benzetmekteydi. Hellenlerin Perslere karşı kazandıkları zafer sonrası Atina Akropolis’inin güney duvarında efsanevi savaşı anımsatması için yaptırdıkları gibi Attalos da Zeus sunağının frizlerinin de Galatlara karşı kazanılan zaferinin görüntüleriyle süslenmesini düşlüyordu. Attalos’un düşleri gerçek oldu. Zeus sunağı kendi iktidar sürecinde tamamlanamamış olsa da halefi II.Eumenes tapınağı tamamladı ve Epigonos’un kabartmaları Zeus sunağının duvarlarına yerleştirildi. Sunağın çevresindeki kabartmalarda ve yazıtlarda Galatlara karşı kazanılan zafer hakkında detaylı bilgiler verilmekteydi. Zeus ve Athena’ya adanmış Attalos heykellerinin ve yine Galat savaşçılarının heykellerinin kaidelerinde Kaikos ovasındaki savaş ve Attalos’un unutulmaz zaferi detaylarıyla anlatılmaktadır.
Epigonos  Galat heykellerini yaparken Attalos’un zaferini ön planlana çıkartmıştı;ancak eserlerinin hiç birinde Galatlar kötü ve barbar kişiler olarak gösterilmemiştir. Galatların yenilgileri ancak yüz ifadelerinden ve vücudunun duruşundaki detaylarda anlaşılabilmektedir. Ancak bu görünümlerinden onurlu ve soylu bir kişiliğin izlerini de algılayabilmek zor değildir. Boynuna taktığı halka(trok) dışında tamamen çıplak olarak tasvir edilmiş kalkanı üzerinde ölmek üzere olarak gösterilen Galat heykelinde olduğu gibi savaşçı düşman bile olsa kötü bir insan gibi gösterilmemiştir. Galatların tipik saç sitili ve bıyıkları ve daha da önemlisi özellikle yüzündeki ifade bu yapının realist yönünü çok güzel yansıtmaktadır. Savaşta aldığı yaralardan ölmek üzere olan bir Galat şefini gösteren bu heykel çoğu yerde “Yaralı Galat” olarak bilinmektedir[2]. Galatların bu savaşta yenilmiş olduğu bilinse de ölmek üzere yaralı olsalar da Galatların pes etmediğini gösteren bu eser Galatları çok güzel yansıtmaktadır. Epigonos’un diğer önemli bir eseri de karısını ve kendisini kılıcıyla öldüren Galat savaşçısını tasvir eden yapıttır[3]. Ayrıca diz çökmüş genç bir Galat savaşçısını anlatan heykelde de Galatlar güzel ve iyi gösterilmeye çalışılmıştır. Hem bu heykellerde hem de sunağın duvarlarındaki kabartmalarda heykeltıraşlar düşman savaşçılarını kahraman ve onurlu askerler olarak göstermişlerdir. Bergama’da Attalos’un zaferi onuruna yapılan bu heykellerin en büyük özelliği de daha önceki Hellen heykeltıraşlarının aksine çok güçlü bir gerçekçiliğin sergilenmesidir.


[1] Athena Tapınağ’ının güneyindeki terasda yer alan Zeus Sunağı Berlin’e götürülmüş ve onarılarak Pergamon(Bergama) Müzesi’ne yerleştirilmiştir. Orada yeniden oluşturulan Zeus Sunağı’nın frizleri yine Bergama’dan getirilmiş olan dev boyutlarda 118 kabartmadan oluşmaktadır. Bu kabartmalarda Olimpos tanrıları ile savaşan dev Titanlar, Galatların Olimpos’un saçtığı ışık ve düzene karşı gelen Titanlar soyundan gelmiş korkusuz savaşçılar olduğuna dair inanışın bir göstergesi olabilir. Bergama’da bu sunağın sadece temelleri kalmıştır.
[2] Orijinali Bergama’da yapılmış olan bu heykelin mermer kopyası 17.yüzyılda Roma’da Villa Ludovisi kazılarında bulunmuş olup Roma’da “Kapitol Müzesi”nde(Museo Capitoline) sergilenmektedir. Orijinalinin bronzdan yapıldığı ve boyalı olduğu düşünülmektedir. “Yaralı Galat” veya “Dying Gaul” olarak anılmaktadır.
[3] Orijinalinin Bergama’da bronzdan yapıldığı düşünülmektedir. Roma döneminde yapılmış olan mermer kopyası Roma’da “Terme Müzesi”nde(Museo Nazionale dele Terme) müzesinde sergilenmektedir.

24 Eylül 2019 Salı

Galaterra : İnisiyasyon

Galaterra : İnisiyasyon: PANNONİA (Batı Macaristan) M.Ö. 316 (116.olimpiyat, 1.yıl)              Avrupa kıtasının ortalarındaki Harsinia dağlarının doğu tepe...

İnisiyasyon


PANNONİA (Batı Macaristan)
M.Ö. 316 (116.olimpiyat, 1.yıl)

             Avrupa kıtasının ortalarındaki Harsinia dağlarının doğu tepelerindeki birinin yamacında, bir Galya köyünde de bir bayram havasının telaşı yaşanmaktaydı. Kabile şefi tuz ustası Kastikos’un oğlu küçük Kastikos artık adam olmuştu. Kılıç kullanmayı artık öğrenen on yaşındaki Kastikos rakiplerini yenmiş ve sınavı geçmişti. Bu gece babasının ona armağan olarak verdiği kemerini ve kılıcını kuşanacaktı.

            Galyalılar için dağlar çok kutsaldır. Çünkü dağlar göğe yakındır. Hele bir de o iri meşe ağaçları da varsa o dağda, dalları yukarılara doğru yükselen, o dağ en kutsalıdır. İşte böyle bir yerde yaşıyordu Prausi kabilesinin şanslı insanları.
Kastikos’un ergenlik töreni işte bu kutsal meşe koruluğunda yapılacaktı. Ama kemeri ve kılıcı kuşanacağı törenden önce,  babasıyla beraber meşe ağacını çok iyi bilen Diviciakos’u mağarasında ziyaret etmeleri gerekiyordu.
            Annesi yanaklarından öperek uğurladı oğlunu. Artık onu daha az görecekti. Yolda babası başladı anlatmaya,
            “Mağarada yalnız kalınca unutma söylediklerimi” dedi. “Düşüneceksin içerde ailene, kabilene ve tüm soyuna sorumluluklarını. Tuzu hatırla, hani o yerin kaç kat altından çıkardığımız o nimeti”. Tuz Galyalılar için her şeydi. Dedelerinin Hallstad madenlerinde ki maceralarını tüm Prausililer bilirdi. Büyük emeklerle çıkardıkları tuz onların en büyük gelir kaynağı olmuştu uzun yıllardır. Tuzu hem etlerini saklamak için kullanırlar, hem de uzaklara kadar götürerek tuzu olmayan insanlara satarlardı. Tuz onların alın teriydi.
            “Şarabı ve ekmeği de unutma” diye ekledi. “Onları da düşün ! Bunların hepsi bizim emeğimizin simgesi değil sadece, ta kendisi…Bu ürünlerimizi tanrılar bize verirken bizim de nasıl uğraş vermemiz gerektiğini düşün.”
Tuna bağlarında yetiştirdikleri üzümün şarabı Avrupa’nın en iyi şarabıydı. Kendi yaptıkları fıçılarda saklarlardı şaraplarını. Başta Romalılara olmak üzere, tüm kıtaya satarlardı. Taşımacılıkta Tuna nehrini kullanırlardı genellikle. Ren nehrine geçtikleri zaman en kuzey bölgelere bile kolayca gidebiliyorlardı. Kolay derken, doğadan başka, zorbalarla ve eşkiyalarla da dövüşmek gerekiyordu tabii. Babasını dinlerken, komşu kabileden gelen birinin Avrupayı baştan başa, Karadeniz’den batıdaki büyük denizin kıyısındaki Gal limanına kadar nehirle nasıl geçtiğini heyecanla anlattığını hatırladı.
Diviciakos onları mağaraya giden patikanın kavşağında karşıladı.
“Hazır mısın ?” diye sordu önce. Sonra ekledi babasına dönerek,”Senin oğlun iyi bir druid de olabilirdi” dedi, “çok akıllı bir çocuk; onunla bizzat ben ilgilenirdim.”
Biliyordu ki baba Kastikos, bu hiçbir Galyalının geri çevirmek isteyemeyeceği kadar cazip bir teklifti. Hem astronomi ve simya öğrenebilirdi, hem de askerlik ve vergi derdi olmayacaktı hiçbir zaman. Ama Kastikos biliyordu ki druidlik onun ailesine göre değildi. Onlar ya tuz çıkartmışlardı hep, yada çok iyi savaşçı olmuşlardı ve Kastikos da savaşçı olmayı aklına koymuştu.
Diviciakos’un beyaz cübbesinin etekleri yerlere sürünmekteydi. Yolda giderken aradığı bir ota rastlarsa, hiç kaçırmıyor; hemen eğiliyor ve çıkarıyordu aceleyle kuşağına takılı olan baline denilen ucu kıvrık çakısını; kesiyordu otu dibinden ve atıyordu belinin diğer tarafına asılı olan kesesine hiç beklemeden. Diviciakos’un sakalları diğer kabilelerde gördüğü druidler kadar uzun değildi; ama  diğerleri gibi, onun da sakalı ve saçları bembeyazdı. Kukuletasını hiç taktığını görmemişti. Saçlarını da hiç ördürmezdi. Sallanırdı kukuletası ve saçları hızlı hızlı yürürken.
Mağaraya yaklaştıklarında beyaz bir köpek onları karşıladı merhaba dercesine ve oturdu mağaranın girişinin kenarına. Mağaraya yaklaştıkça, özenle yontulmuş taşlardan yapılmış yol genişlemişti. Mağaranın girişinin sağ tarafında bir meşe ağacı, sol tarafında da bir elma ağacı vardı.
“ Meşe gücü, elma ağacı ölümsüzlüğü bizlere anımsatır” dedi druid aniden ciddileşerek. Anlaşılan mağara öğretisi başlamıştı. “Sen belki druid olmayacaksın, savaşçıların komutanı olacaksın; ama mağara içinde yaşayan bilge’nin ne demek olduğunu yaşamalısın ve anlamalısın”. Dedi ve içeri girdiler. Babası dışarıda kaldı.
Onlar içeri girdiğinde, iki kuş hızla uçarak dışarı çıkmış ve bunu gören beyaz köpek de havlamıştı. İçerisi tahmin ettiği kadar karanlık değildi.  Tuzdan yapılmış bir Galyalı madenci heykeli, onun yanında da üzerinde bir somun ekmek olan şarap fıçısını gördü. İlerlediklerinde karşılarında bir göl olduğunu fark etti ve şaşırdı. Diviciacos’a doğru başını çevirdiğinde cübbesinin kukuletasını başına geçirmiş olduğunu gördü. Elindeki değneğini ona doğru uzatmış bir şeyler mırıldanıyordu. Sesini yükselterek,
“Mağaralar yer yüzünün nefes aldığı akciğerleridir. Burası bizden ayrılan ruhlarımızın yaşadığı yer altı dünyasının kapısıdır. Bizler şimdilik, tanrıların diyarı gök yüzü ile, bu yer altı dünyasının arasındaki yer yüzünde yaşarız. Sonra, ya gök yüzüne yükseleceğiz, ya da gideceğiz yer altındaki ruhlar diyarına. Korkma sakın yer yüzünde ölmekten!  Hayatın sona erse de bir yerde yer yüzünde, başlayacaksın nasıl olsa yeni bir hayata başka bir alemde.” dedi.
“Şimdi seni yalnız bırakacağım biraz. Düşüneceksin! Yeri hisset ! Havayı ve suyu hisset! Elini yakan ateşi hatırla! Doğayı anlamaya çalış !” Biraz durakladıktan sonra ekledi. “Unutma burası sadece periler ülkesine yapılacak bir yolculuk değildir. Yolculuğu kendi içinde yapacaksın!” dedi ve yok oluverdi.
Yalnız kalmıştı. Etraf sessizdi. Göldeki su hiç kıpırdamıyordu. Ne bir uğultu, ne de bir esinti vardı mağaranın içinde. Sadece kendi nefesi. Ve düşünmeye başladı. Kendi beyninin içindeydi sanki…
Omzuna Diviciakos’un eli dokunduğu zaman, düşünce dünyasından çıktı ve bilgenin gülümseyen yüzünü gördü. Beraberce mağaradan çıktılar. Babası bekliyordu onları. Alnından öptü babası oğlunun ve sırtındaki heybesinden açılıp kapanabilen gümüş bir halka çıkardı.
“Sevgili Kastikos artık yetişmiş ergin bir insansın. Bu halka sana hep kabileni ve soydaşlarını hatırlatsın” dedi ve gümüş halkayı oğlunun boynuna taktı.
“Hiç çıkartma bunu boynundan.” Sanki yıllarca sürecek bir işi bir gecede yapmışlığın yorgunluğu vardı üzerinde. Sanki uzun bir yolculuktan dönmüştü geri köyüne…Ama gönlü ferahtı ve aklı açıktı. Bu sabah, bireysel gelişimi yolunda hiçbir zaman unutamayacağı bir deneyim yaşamıştı. Erginleşme buydu anlaşılan.
Diviciakos’a teşekkür ederek eve döndüler.
----- o -----
            Köyün gençleri eğlenceler düzenlemişlerdi Kastikos onuruna. Kırmızı tuniklerini ve ekoseli pantolonlarını giymişti hepsi. Atların üzerinde dikiliyorlar veya çılgınca koşan atların çektiği arabaları yarıştırıyorlar ve delice giden arabanın üzerinde amuda kalkıyorlardı. 
            Gece olunca meşalelerin ve yıldızların ışığında, hazırlanan yuvarlak şölen masasının etrafına yerleştiler. Diviciakos, meşe ağacının dallarının bu sabah oluşturduğu gölgelerden gelecekle ilgili bilgi aldığını açıkladı ve dedi ki,
“ Bu gün yetkinleştiğini gördüğümüz gencimiz yarının büyük cengaveri olacak. Kavmimize doğuya giden yolları açacak. O bir Brennos olacak.” 
Yemeğe başlamadan önce baba oğluna kemerini ve kılıcını kuşanmasına yardım etti.  Şarap kupasını oğlunun onuruna kaldırdı. Her kutlamada olduğu gibi eğlence sabaha kadar sürdü.
Artık ona hep Brennos diye hitap ettiler. Romalılara korku salan Brennos şimdide Makedonyalılara ve Hellenlere korku salacaktı. Dünya Brennos’ları unutmayacaktı.



17 Eylül 2019 Salı

NEMETON


KARA ORMAN
M.Ö. 321 (114.olimpiyat, 4.yıl )
Kışın ortası


           Haberler Yunanistan’dan sonra orta Avrupa’ya da gelmekte gecikmemişti. Avrupa’nın çeşitli bölgelerine göç etmiş olan Kelt kabilelerinin şefleri belki de ilk defa böylesine yüksek bir katılımla toplanıyorlardı. Büyük İskender öldüğüne göre Makedonya ve Anadolu’da her şey değişebilirdi. Bir şey yapılacaksa tam vaktiydi.
Soğuk havaya ve yolların karla kaplı olmasına rağmen tüm Galya kabilelerinin şefleri ve druidleri, Hersinia ormanlarının en batı tarafında ki Nemetonda toplandılar. O zamanlar Avrupa, Pirenelerden Karpatlara kadar sonu gelmeyen bir ormanla kaplıydı. Ren nehrinin doğusundan başlayarak Tuna nehri boyunca Helveti’den  Pannonia ve Daçya’ya kadar devam eden Hersinya ormanlarında meşe ağaçlarının gövdeleri daha büyüktü ve dalları gök yüzüne daha yakındı. Bu ormanlarda ve nehir vadilerinde çok sayıda Galyalı yaşardı. Hersinia ormanlarının en batısını oluşturan Kara Orman’ın bitimiyle Ren nehrinin doğu kıyıları arasındaki bu köyde yaşayanların görevi Nemetonu korumak ve toplantılara hazırlamaktı. 
            Kelt takvimine göre aylardan Anagantios’un altıncı gecesiydi. Mevsim kış ve evde kalma zamanıydı. Ama bugün yapılacak olan ayin ve sonrasındaki yönetim konseyi çok önemliydi. Güneşin batmasına yakın, druidler Nematonun ortasında daire şeklinde yerlerini aldılar. Çevrelerindeki iri kayaların arasında meşaleler yakılmaya başlandı. Üç bıyıklı ve saçları örgülü Galyalı, arp çalmaya başladılar. Alacakaranlığı dolduran melodi ağlatmak ve güldürmek için çalınmıyordu, dış dünyadan soyutlanmak için bir çağrıydı bu. Bugün toplanan druidlerin hepsi meşe ağacı dallarından yapılmış deyneklerine çok sayıda çentik atacak kadar çok ses almışlardı tanrıları Dis’den. Karanlıkların ve yer altının babası Dis onlara her mağaraya girişlerinde sesleniyordu. Ayin başladı. Evrenin üç bölümü için ayrı ayrı üç koç kurban edilecekti bu ayinde ve druidler hangi kurbanın hangi tanrıya kurban edileceğini söyleyecekti bu gece. Belki de kehanet bile okunabilirdi kurbanlardan sonra; çünkü zaman karar verme zamanıydı.
            “Üzerinde yaşadığımız toprakların daha da büyümesi için. Daha da bereketli topraklar için. Tanrıça Dana, bu kurbanımızı kabul et!”. En kenardaki druid bu sözleri söylerken, hem diğer druidler, hem de kayaların etrafında yer almış olan tüm törene katılanlar hep bir ağızdan bağırdılar,
“Toprak için, yer yüzü için!”.
“Tanrıça Matrona…Esgor Matrona esgor (doğur)!”
Bu kurban için kahinlik görevini üstlenecek druid öne çıktı ve iki Galyalı kehanet için seçilmiş olan kurbanlık koçu getirdiler. Savaşçı olduğu taşıdığı kocaman kılıcından belli olan Galyalı kılıcını aniden koçun böğrüne sapladı ve kenara çekildi. Kurban olduğu yerde iki defa döndü sırt üstü yattı ve çevresinde kenarları harita gibi bir olan bir kan gölü oluştu. Kahin druid, kurbanın etrafında üç tur attıktan sonra değneğinin ucunu kurbanın kanına sürtmeye başladı. Çalınan müzik ve druidlerin mırıldanmaları ve yakarmaları meditasyonu etkili bir kıvama getirmiş olacak ki kahin kendinden geçercesine ellerini gökyüzüne kaldırdı ve,
“Gidiyoruz “dedi, “doğuya gidiyoruz. Toprağın, suyun ve havanın tanrıları bize yön gösterdi”.
Başları önlerinde olan kabile reisleri bu sözü duyunca önce bir irkildiler, ve sonra onlar da ellerini kaldırdı havaya druidlerle beraber ve hep bir ağızdan bağırdılar,
“Hazırız ! Belenos…Hazırız!”
İlk kurban da durum belli olmuştu. Bir kısım kabileler doğuya göç hazırlığına başlayacaklardı. Şimdi, tanrılardan, yeni yerlerde mutlu bir yaşam ve zafer kazandıracak savaşlar istemek için kesilecek kurbanlara sıra gelmişti.
Okunan ilahilerin ve müziğin eşliğinde, diğer bir druid evrenin diğer bölümü için adanacak kurbanın getirilmesini istedi ve,
“Kaybolan ruhlarımızın mekanı yer altı dünyamız için” dedi ve ellerini kaldırdı.
Bu arada, evrenin son bölümü için bekletilen son koç da meydanın ortasına getirilmişti ve üçüncü druid de hazırdı. O da ellerini gök yüzüne doğru kaldırarak,
“Görünmeyen öteki dünyamıza adıyorum bu kurbanımızı” dedi ve sonra hep beraber bağırdılar “Kurbanlarımız kabul olsun, geleceğimiz zaferle dolsun”.
Önce druidler, sonra kabile şefleri, sonra savaşçılar, kadınlar ve çocuklar  sırayla şölen sofrasında buluşmak üzere Nemetondan ayrıldılar. Ancak, alacakları kararları paylaşmak için, kabile şefleri ve druidlerin bir kısmı, şölene katılmadan önce, konsey için hazırlanan büyük kulübeye gittiler. Bu toplantıya katılmayacak olanlar da, kulübelerin önlerinde ve ağaçların altında toplanarak birbirlerine kabilelerini ve neler yaptıklarını anlattılar, bardların okuduğu şiirleri dinlediler. Her kes mutluydu. Üç çalgıcı artık güldüren melodileri çalıyorlar ve neşeli şarkılar söylüyorlardı.
“Daha sık toplanmalıyız şu aralar” dedi en yaşlı olanı, toplantıyı açar açmaz vakit kaybetmeden, “aramızdaki haberleşme de daha hızlı olmalı”.
“Kayıt da tutmalıyız” dedi Tektosag kabilesinin lideri Kastor, “Bir merkezimiz de olmalı” . İskender’le Pers seferine çıkmadan tanışmış ve onunla şarap içmiş olan Kastor’a hepsi güvenir ve saygı duyardı.   Bir an evvel sefere çıkma arzusu içinde olan güleç yüzlü genç Kambules söz aldı,
“Saygıdeğer Kastor. Sen bu konularda en deneyimli olan liderlerimizdensin. Bu işi senin yürütmeni öneriyorum. Nasıl Romalıların Roma diye bir merkezi var, bizim de olsun”
Bu karar alınabilirse çok önemli bir aşama olurdu Galyalılar için. Şimdiye kadar hiç belli bir merkezleri olmamıştı. Her kabile kendinin merkeziydi. Savaş zamanlarında ve önemli durumlarda bir araya gelirler ve savaşı yönetmek için bir başkan seçerlerdi sadece. Merkezden yönetim diye bir uygulamayı denememişlerdi hiç. Anlaşılan gerekiyordu galiba şimdi bu. Söz aldı Po ovasından gelen Orgetoriks,
“Avrupa’da durum kritik. Her şey değişecek gibi…İskender öldü. İmparatorluk parçalanıyor. Sanırım her koparan bir yerleri alacak. Kabilelerimizin çoğunun arzusu da göç yönünde. Doğuya gideceğiz besbelli. Kahinler de doğruladı bunu. Beraber kararlar almalıyız. Artık daha da birlik olmalıyız. Destekliyorum bu teklifi. Kastor bir Kelt birliği kursun Avrupa’da. Biz de bilelim bizim merkezimiz neresi..”
Kastor’un bu birliğin kurulması için çalışması oy birliği ile kabul edildi. Yalnız, Keltiberya’daki kabileler, eğer bir başkent olacaksa bunun İberya yarımadasından çok uzakta olmamasını istediler. Kastor’un aklından Tektosag kabilesinin yerleşmeyi planladığı Telosa geçiyordu aklından zaten ve burası da Keltiberya’ya yakındı. Gelecek yüzyılın başlarında Anadolu’da bir Galatya kurulabileceğini düşünememişti Kastor henüz. Böylece Volke konfederasyonun temeli atılmış oldu*.
Kastor duyulan güven için teşekkür ettikten sonra, druidlere dönerek,
“Meşe ağacı bilge kişilerimiz, Galyalıların evrendeki yerleri konusunda bugün bizleri aydınlattılar. Saçtıkları ışık için ve kurbanlarımızı adarken bizlere yol gösterdikleri için onlara minnettarım”. Sonra kabile reislerine döndü,
“Sevgili silah arkadaşlarım. Biliyorsunuz Trakya’daki kabilelerimiz batıdaki kardeşlerini de yanlarına çağırıyorlar. Makedonyalılar ve Yunalılar savaş içinde. Doğuya yürüyüş için hazırlıklara başlamalıyız. Çocuklarımızın geleceğinin doğuda olduğunu tanrılarımız druidlerimize söylediler. Askerlerimizin, ailelerimizin bu güç yolculuğunda onları toparlayacak bir lidere gereksinimiz var. Bu liderimizi şimdiden seçmeliyiz!” Ve Kambules’i önerdi gelecekteki yolculukta Galyalılara rehberlik etmesi için. Oy birliği ile kabul edildi. Sevecen ve sempatik yaklaşımıyla Kambules herkese kendini sevdirmişti. Genç olmasına rağmen bilge kişiliğe sahip, etrafındakilere de bildiklerini öğretmeye çalışan çalışkan bir Galyalıydı Kambules.  Başlayacaktı hemen gece bitiminde Kambules çalışmalarına. Kastor bu kritik ve önemli görev için en uygun adayı önermişti.
Şölen kalabalığını bekletmemek için toplantıyı sonlandırdı en yaşlı olan Galyalı seçilenleri kucakladı, herkese şans diledi. Sonra buluştular şölen sofrasında aileleriyle. Boşalttılar yanlarında getirdikleri fıçılardan şaraplarını kupalarına ve içtiler sabaha dek...
______________________________________
*: Keltlerin Anadolu'ya geçiş kararlarının gerçekleştirildiği Galya'daki Kelt kabilelerinin oluşturduğu birlik. Büyük iskender'in ölümünden sonra, Diadokhoi (halefler) savaşları kızışmaya başlamıştı. Bu durumdan yararlanmayı düşünen Keltler de Anadolu’ya gelmek için hazırlanıyorlardı. Belki onlar da buralarda bu savaşlara katılacaklardı. Tuna boylarındaki bu insanlar en uygun zamanı bekliyorlardı.
(Daha geniş bilgi için "Galya'dan Galatya'ya-Galaterra" Arkeoloji ve Sanat Yayınları)


4 Eylül 2019 Çarşamba

EFES'DE BİR DÜĞÜN


EPHESOS
M.Ö 299 (120.olimpiyat, 1.yıl)
Ocak (Gamelion)

            Düğün gemisi, sağında ve solunda iki triremes eşliğinde limana yanaşmak üzereydi. Askerler limandaki kalabalığı kontrol etmekte zorlanmaktaydılar. Hem adını çok duydukları Mısır kralını karşılamak, hem de kızı güzel Arsinoe’yi görmek için tüm civar kentlerin insanları limanı doldurmuştu. Kralın evleneceği günde evlenmek isteyen onlarca çift ve akrabaları da Ephesos’a gelmişlerdi o gün. Gamelion evlilik ayıydı ve gençler Hera’nın bu kutsal ayını beklemişlerdi evlenmek için. Üstelik kralları da evleniyordu bu yılki evlenme zamanında. En iyi zamandı bu zaman evlenmek için. Üstelik her iki kral da düğün hediyeleri vereceklerdi elbet. Kürekler içeriye alınıp gemi kıyıya bağlandığında borazanlar çalmaya başladı ve Ptolemi güvertede göründü. Her iki kollarını yana açıp Ephesosluları kucaklarcasına selam verdiği sırada Lysimakhos’da aynı hareketi yaparak kıymetli konuklarına hoş geldiniz diyordu. Kuş ve aslan desenli kırmızı kilimin üzerine basarak karaya çıktıklarında her iki kadim dost ve silah arkadaşı kral birbirlerine sarıldılar. Bu sırada halkın alkışları davul seslerini bastırıyordu. Konuk kralın arkasından gelen Berenice ve Arsinoe elele tutuşmuşlardı. Lysimakhos geline ve annesine gülümsedi. Arkasından yer almış olan oğlu Agathokles ve gelini Lysandra konuklara yol verdiler. Lysandra babası Ptolemi’nin yanaklarından öptü. Konuk kraliyet ailesi kendilerine ayrılmış olan küçük saraya giderken Ephesos’lular onlara menekşe ve gül atmaktaydılar.

Ertesi sabah gün doğumunda, her iki kraliyet ailesi, komutanlar ve soylu kişiler Artemis tapınağının önünde yerlerini aldılar. Ephesoslular güneş doğmadan gelmişlerdi tapınağa. Gelin ve damat Apollo ve Artemise adaklarını sunmuşlar, yeni evlenen diğer çiftlere de hediyelerini vermişlerdi. Arsinoe’nin annesi anlattı kızına, Artemis tapınağı yapılamadan önce, buraların tanrıçasının Kibele olduğunu. Bu ana tanrıça o kadar çok seviliyormuş ki  vaz geçememişler ondan ve Kibele’nin bereketini Artemis ile devam ettirmiş buranın halkı. Aslında Kibele çok iri memeli ve şişman bir tanrıçaymış. Artemis’in o narin vücudunu değiştirememiş insanlar. Bu nedenle çok kocaman memeler yerine çok sayıda ama küçücük memeler yakıştırmışlar yeni bereket tanrıçası güzel Artemis’e.
Küçük sarayda, artık küçük olmayan Arsinoe akşamki düğün törenine hazırlanıyordu. Artık hayatının çocukluk dönemi bitmiş, yeni bir hayatın yeni bir dönemine başlamak üzereydi. Arsinoe çok iyi biliyordu ki, hayatının bu dönemi annesin ki kadar sakin olmayacaktı. Çünkü o sarayda oturup çocuk yetiştirmekle yetinemezdi. Erkeklerin satranç sehpasında yer almadan duramayacaktı. Arsinoe, hamamın kocaman, dibi de kazan gibi oldukça derin ve yuvarlak küvetinde otururken geleceğinin rüyalarını görmekteydi sanki. Gemiden saraya giderken göz göze geldiği boynuna trok takmış olan o sert bakışlı adamı unutamıyordu.
Elinde kocaman güğümüyle küvetin sıcak suyunun hep aynı seviyede kalmasını sağlayan erkek çocuk son seferini tamamlamıştı artık. Mısırdan beraberinde gelmiş olan hizmetkarları Arsinoe’nin vücudunu kille temizleyip yıkamışlar saçlarını kemik taraklarla fırçalamışlardı. Ritüelin banyo kısmı bitmişti . Şimdi yüzü koyun yatırılmış derisi kapkara şişman bir kadın tarafından vücuduna kokulu yağ sürülerek masaj yapılıyordu. Yan odada annesi ve üvey kız kardeşi ki onun üvey kaynanası olacaktı artık, saçının ve tülünün nasıl olacağının kavgasını yapmaktaydılar. Tapınaktan dönüldükten sonra sarayın kadınlar bölümünde başlayan koşturmacalar iyice artmıştı. Berenice’nin İskenderiye’den yanında getirdiği iri vücutlu enukh (hadım ağası) bir odadan öbürüne girip çıkıyor, kadınların isteklerine yetişmekte zorlanıyordu. Baskar sıradan bir enukh değildi. O hem kadınların dilini iyi anlıyor; hem de saray  ve haremdeki işleri büyük bir ustalıkla hemen halledebiliyordu. Eski bir köle olan Baskar, haremde çalışırken, kütüphanenin kuruluşunda da koşturmuş ve iyi bir eğitim alma fırsatını yakalamıştı. Yunanca konuşabiliyor ve yazabiliyordu. Berenice Mısır’a döndükten sonra, kızını en güvendiği enukhlardan biri olan Baskar’a emanet etmeyi planlamıştı. Baskar kızının sadece bir hizmetkarı değil, aynı zamanda onun arkadaşı ve koruyucusu olacaktı.
Gelinin saçlarının topuz yapılmasına kara verildi. Altın işlemeli tül ensesinin üstünde yer almış olan fil dişinden yapılmış tokasına tespit edildi. Arsinoe’nin incecik uzun boynu onun güzelliğini daha da ortaya çıkarmıştı. Elbise faslına geçilmeden önce odanın kenarlarındaki döşeklere uzandılar. Enukh’un mutfakta kaynatmakta olduğu ıhlamur sularının gelmesini beklediler. Yorulmuşlardı. Mis kokulu ıhlamur suları içildikten sonra Berenice ellerini çırparak,
“İşe devam kızlar” diyerek hızla ayağa kalktı. Aynı koşturmaca devam etti kısa bir moladan sonra. Yörenin en becerikli kadın terzisi, Arsinoe’ye giydirilen kırmızı ipek tuniğin bel ve koltuk altı kısımlarını kimsenin göremeyeceği dikişlerle tutturarak düğün elbisesinin son halini alması için çok uğraştı. Şölene katılacak diğer kadınlar da kırmızılı mavili elbiselerini kuşandıktan, göz kapaklarını sürme ile siyahlaştırdıktan ve yüzlerini de buğday nişastası ile beyazlaştırdıktan sonra, düğün töreninin son safhası için hazırdılar artık.
“Baskar” diye bağırdı elini çırparak, “git bak bakalım, hazır mı araba ve atlar.”
            Dingilleri çekecekleri iki tekerlekli  küçük arabaya bağlı olan dört beyaz at yerlerinde sabırsızlanmaktaydılar. Berenice meşalesini eline aldı ve
“Kral giyindi mi?” diye sordu.
Damadıyla ve diğer devlet adamlarıyla yaptığı toplantısından yeni gelmiş olan Ptolemi, büyük bir hızla hazırlanarak sevgili kızının yanına gelmiş ve onu büyük bir hayranlıkla seyretmekteydi. Düğün alayı damadın evine doğru yapacağı son yolculuğa başlamak üzereydi artık.
Hep beraber avluda beklemekte olan arabanın yanına geldiler.Seyisler yeni tımarlanmış atlara hakim olmakta zorlanıyorlardı. Kral Ptolemi ve kızı tek basamakla arabaya çıktılar ve kral dizginleri eline aldı. Avlu dışında bekleyen halkı selamladı. Arabanın oturacak bir yeri yoktu. Savaşta kullandıkları arabaların daha süslüsüydü bu. Berenice dört atlı arabanın önüne geçerek, elinde meşalesiyle yerini aldı. Baskar koşarak geldi ve meşaleyi yaktı. Bulutların arasından zorlukla geceyi aydınlatmaya çalışan dolun ayın yardımcısı olmuştu meşalenin alevleri. Davullar çalmaya başladı.
Küçük sarayla kralın yaşadığı ana sarayı birleştiren bu yol, bu düğün için özel olarak getirilen taşlarla döşenmişti. Babasının sürdüğü dört atlı arabanın üzerinde Arsinoe, annesinin aydınlattığı yolda ilerlemekteydi yeni hayata doğru.
Sabah ellerinde beşik şeklindeki sepetleriyle çocuklar ekmek dağıtmaya devam ettiler onları alkışlayan Ephesoslulara. Ekmeğin yanında Mısır’dan getirilen hurmaları da atıyorlardı halkın üzerine. Halk da çiçeklerle cevap veriyordu düğün alayına.
            Sarayın ana kapısının önüne geldiklerinde, Kral Lysimakhos, oğlu Agatokles ve onları karşılamak için daha önce gelmiş olan gelini, Ptolemi’nin bir önceki karısından olan kızı Lysandra, ellerinde çiçek buketleriyle onları beklemekteydiler.
Kızın babası ve damat ellerini başlarına götürerek birbirlerini selamladılar. İki kralın selamlaşması başlayan alkışlar sona erdiğinde Ptolemi damadına seslenerek,
            “ Şahitlerin önünde bu kızımı çeyiziyle beraber, kutsal evlilik bağları içinde çocuk yapasınız diye sana veriyorum” dedi.
            “Onu kabul ediyorum” diye cevap verdikten sonra, Lysimakhos arabaya yaklaştı ve gelini belinden tutarak kucağına aldı ve arabadan indirdi. Arabanın diğer tarafından Ptolemi de inmişti. Seyisler atları arabadan ayırdılar. Bu sırada elindeki meşaleyi kızına vermişti Berenice. Yeni damat ve gelin ellerinde meşale arabaya doğru gelerek, meşaleyi arabanın üzerine fırlattılar. Araba alevler içinde yanmaya başlayınca ortalık daha da aydınlandı. Arsinoe için artık eve dönüş yolu yok olmuştu. Damadın ve gelinin akrabaları ve dostları, Ephesos soyluları ve konuklar neşeyle şölenin yapılacağı düğün salonuna doğru ilerlediler.
Kraliyet masası olan düğün masası dışındaki masalar, erkekler ve kadınlar için ayrı ayrı düzenlenmişti. Her masanın üzerinde kurutulmuş hurma, incir ve üzüm dolu sahanlar konulmuştu. Şarap testileri geldi, kupalara konuldu ve şölen başladı. Yemekte ballı susam ikram edildi davetlilere. Otuz kişilik koro lir ve flüt eşliğinde şarkılar söylediler. Daha sonra koşarak dansçılar girdi salona. Parmakların ucunda dans ederek, müziğin hızlanmasıyla onlar da hızlandılar. Kızlı erkekli iki sıra olmuşlardı. Her iki sıranın ucundakiler ellerindeki kırmızı mendilleri sallamaktaydılar. Dans ederken,
“Hymen ooo…Hymen” diye şarkı söylüyorlardı. Evlilik tanrıçası Hymenaios’a adanan evlilik şarkısıyla gösteri tamamlanınca tüm konuklarda ayağa kalktı ve hep bir ağızdan bağırıldı,
“Hymnen…. Hymen !”
Kupalarındaki şaraplarından birer yudum daha alan konuklar oturdular. Sadece Lysimakhos ve Arsinoe ayakta kalmıştı. Lysimakhos, gelinin altın işlemeli tülden yapılmış duağını açtı ve onu alnından öptü.
“Hoş geldin sevgili Arsinoe”
“Bekledim ve iyiyi buldum” diye cevap verdi gelin ve utangaç bir tavırla başını öne eğdi.
Sonra tüm konuklar tekrar ayağa kalktılar ve kupalarına tekrar doldurmuş oldukları şaraplarını, tanrılarının onuruna, etrafa saçarcasına önlerine doğru döktüler.
Arsinoe, arkadaşı Ptolemi’nin ona verdiği çok kıymetli bir hediyeydi.



3 Eylül 2019 Salı

BERGAMA'NIN YÜKSELİŞİ



BERGAMA- M.Ö.240

K
üçük  Asya’da söz sahibi olacak yeni Bergama kralı belli olmuştu. Vadinin kuzeyindeki kayalıkların üzerinde kurulmuş olan muhteşem Bergama Akropol’ünün Doğu tarafındaki sütunlarına yaslanan otuz yaşındaki yeni kral yakında girişeceği savaşları düşünüyordu. Kentin yukarı kısmında yer alan büyük bir kale görünümünde olan Akropol, Kaikos (Bakırçay) ovasına tamamen hakim bir durumdaydı. Sanki Anadolu’nun en uzak noktasını görürcesine güneşin doğuşunu büyük bir dikkatle izlerken, zor olsa da Seleukos ve Galat orduları ile baş edebileceğini görüyordu. Anadolu’nun en güçlü krallığının başına geçmiş olan yeni kral Attalos cesurdu, güçlüydü ve en büyük amacı ülkesinin sınırlarını genişletmek ve krallığını daha da güçlendirmekti. Genç kralın tahta geçmesiyle Anadolu’nun dengeleri değişecek gibi gözükmekteydi. Eski kral Eumenes Galat savaşçılarının saldırılarına karşı topraklarını haraç vererek korumayı tercih etmiş ve Galatlar ile bir sürtüşmeye girmemişti. Genç Attalos’un barışı sağlamak uğruna Galatlara pes etmesi söz konusu olamazdı.
Genç ve yeni kral Akropol’den ayrılmadan önce tapınağa uğradı. Bergama kentinin koruyucusu kabul edilen akıl ve savaş tanrıçası Athena adına yapılan tapınak Akrepol’ün teras kısmında ve kenti tamamen görecek şekilde inşa edilmişti.  Attaolos Athena’dan yakındaki savaş için yapacağı plan ve taktikler için akıl istedi, savaş staretejisini uygulayabilmesi için güç istedi ve eğer zafere ulaşmakta zorluk çekerse Troya savaşında Akhaların yardımına koştuğu gibi kendisine de yardım etmesi için yakardı.
Eski kral Eumenes Galatlara bir bedel ödeyerek onlarla savaşmaktan kurtulurken, Seleukos krallığına bağımlı olmayı kabul etmemiş ve M.Ö. 261 yılında yapılan büyük savaşta Antiokhos’u yenerek gücünü göstermiş ve daha sonra Seleukos hanedanlığı ile barışçı ilişkiler sürdürmeyi sağlayabilmişti. Bergama zengin bir ülkeydi. Savaşlardan olabildiğince uzak kalmayı başararak zenginliğini daha da arttırdı. Kuzeydeki bakır madenleri, İda(Kaz) dağının eteklerindeki gümüş yatakları, bereketli toprakları ve 18 km batısındaki Ege sahilindeki ticaret limanı ve Hellen şehirleri ile yakın ticari ilişkiler Bergama krallığını her geçen gün daha da güçlendirmekteydi.
Bergama Krallığını Büyük İskender’in yakın arkadaşı ve en güçlü haleflerinden(diadokhoi) Lysimakhos’un generallerinden Philetairos[1] kurmuştu. Bu zengin ülke Galatlara o kadar haraç ödemesine rağmen henüz Lysimakhos’un Philetairos’a emanet ettiği imparatorluk hazinesine elini sürmemişti bile. Zengin maden yataklarından çıkartılan bakır ve gümüş ile kentin gelişmesi, askerlerin ücretlerinin ödenmesi ve Galatlara verilecek ödenti için yeterli sikke basabilmekteydiler.
Yeni kralın  Galatlara haraç vermeyi kabul etmeyeceğini açıklaması Galatlara karşı bir meydan okumaydı. Önemli bir gelir kaynağından yoksun kalacaklarını gören Galat kabileleri de Bergama’ya saldırmak için hazırlık halindeydiler. Genç Attalos da zaten Galatlar ile savaşmaya ve onlara haddini bildirmeye kararlıydı. Galat ordusunun Bergama’ya yaklaşmakta olduğu haberleri geldi. Bergama’nın bereketli ovasını sulayan Kaikos ırmağının kaynağına yakın bir yerde iki ordu karşı karşıya geldiler. Tolistobog[2] kabilesi savaşçılarından oluşan Galat ordusu her zamanki gibi korkusuzca ve çılgınca savaştılar. Kanlı bir savaş oldu; Bergamalılar Galatları yendi. Ancak savaş bitmiş sayılmazdı; diğer Galat kabilelerinin destekleri ile tekrar toparlanınca ve Seleukos krallığı ile ittifak sağlanınca sekiz yıl kadar sonra savaş yeniden başlayacaktı. Galatlar intikam hırsıyla kılıçlarını bilediler.  Seleukos prensi Hieraks da Anadolu’ya hakim olma hırsıyla bir yandan kardeşi Seleukos’u yok etmeğe çalışırken bir yandan da düşmanı Bergama’ya karşı hazırlıklarını tamamladı.
Galatlar M.Ö 277 yılında Anadolu’ya geldiklerinden beri üstün savaşçı yetenekleriyle yenilmez bir güç olarak kendilerini göstermişler ve düzenledikleri baskınlarla Anadolu’da güçlenmekte olan krallıkların korkulu rüyası haline gelmişlerdi. Büyük İskender’in ölümünden sonra imparatorluğun parçalanmasıyla ortaya çıkan yeni krallıklarla zaman zaman savaşırken çoğu kez de bu krallıkların orduları içinde vazgeçilmez paralı askerler olarak rol almışlardı.  Galat kabilelerinin yerleştiği Galatya bölgesi Anadolu’nun en büyük güçleri olarak beliren Seleukos ve Bergama krallıkları ile komşu durumundaydı ve Galatlar bu krallıklarla devamlı ilişki içinde olmuşlardı. Seleukos krallığı genellikle savaşarak Galatları kontrol altında tutmayı çalışırken, Bergama krallığı ise Eumenes’in ölümüne kadar Galatların saldırılarını haraç ödeyerek önlemişti; ancak artık durum değişiyordu. Eumenes M.Ö. 241 yılında öldüğünde tahta yeğeni Attalos geçince ve Galatlara savaş ilan edince,  Seleukoslar Anadolu’daki ordularını kuvvetlendirmeye başlamışlardı; çünkü gözü pek Attalos’un saldırgan planlarını tahmin edebiliyorlardı.
Kardeş kavgaları nedeniyle zayıf düşmüş olan ve otorite kargaşası içinde bulunan Seleukos krallığı tedirgindi. Doğusu ve batısı birbirine düşman iki kardeş kral tarafından yönetilmekteydi. Kuvvetli ordularıyla ve filleriyle Galat savaşçılarını sindirebilmeyi başarmış olsalar da Seleukoslar için de Galatlar her zaman potansiyel bir düşman durumunda kalmaya devam ediyorlardı. Bununla beraber iç savaşlar sırasında Galatları paralı asker olarak da kullanmışlardı ve şu sıralar Galatlar ile müttefik durumundaydılar.
Galatların Bergama krallığı karşısında savaşı kaybettiği haberi gelince Seleukosların Anadolu’dan sorumlu kralı Hieraks Bergama’ya karşı Galatların yanında yer almakta gecikmedi. Savaşta çok kayıp veren Tolistobog kabilesi toparlanmaya çalışırken, Ankyra’dan yola çıkan Tektosag kabilesi de yani bir savaş için hazır durumdaydı. Attalos’un ordusuna karşı savaşı kaybetmiş olsalar da, Hieraks’ın verdiği silah ve para desteği ile güçlü bir ordu oluşturmuş olan Galatlar Bergama halkını korkutmaya devam ediyorlardı. Yeni bir savaş çok yakındı ve Attolos bu savaştan da galip çıkması gerektiğini çok iyi biliyordu. Onu korkutan yenilirse Galatlara vermek zorunda olacağı haraç değildi; savaşı kaybederse Seleukosların egemenliğini kabul etmek zorunda kalacaktı. Bu durumda Attalos korudukları Lysimakhos’un hazinesini askerleri için harcamaktan çekinmeyecekti.
Seleukos ordusunun desteğinde Galat ordusu Bergama’nın güneyinde yer alan  Aphrodite tapınağı yakınlarına kadar gelmişti. Galat savaşçıları sabahın erken saatlerinde yüzlerine savaş boyalarını sürmeye başlamışlardı. Attalos’un düzenli ordusu karşılarında çılgınca haykıran ve çılgınca kılıçlarını savurarak üstlerine doğru gelen vücutlarının üstü çıplak, altlarında pantolon  giymiş Galat savaşçılarını görünce geri çekildiler; ancak savaş alanını terk etmediler. Attalos’un generalleri askerleri toparlamakta zorluk çekmedi. Güçlü Bergama ordusu saldırıya geçti. Galatlar çok kayıp verdi. Attalos Hieraks’ın askerlerine de saldırı emrini vermişti. Attalos kesin bir üstünlük sağlayarak Galat ve Seleukos ordularunı yendi. Attalos’un Hieraks’ı yenmesinden çok Galatları yenmesi Anadolu’da ve hatta Hellen dünyasında büyük yankı uyandırdı. Anadolu’da 40 yıldır korku salan Galatlar en sonunda büyük bir hezimete uğratılmıştı. Attalos’un M.Ö. 237 yılında Galatlara karşı kazandığı bu zafer unutulmayacaktı. Anadolu krallıklarına uzun zamandan beri yaptıkları saldırılarla korku salan ve haraç alan Galatların bu yenilgisi büyük bir sevinçle karşılandı. Attalos artk Anadolu’nun güçlü kralı olduğunu göstermiş ve efsaneleşmişti. Artık ona “kurtarıcı” anlamına gelen Soter adını verdiler. Attalos I Soter bu büyük zaferin anısına festivaller düzenledi  ve Bergama’da ve büyük bir tapınak inşası için mimarlarına emirler verdi.
Sağ kalan Galatlar Anadolu’nun içlerine doğru Galatya’daki köylerine geri çekilmeye başladılar. Seleukos İmparatorluğunun Anadolu’dan sorumlu kralı Hieraks ise bu yenilgi sonucu kuzeye giderek Bithynia kralından yardım aldı ve Attalos’a karşı savaşına devam etmek için tekrar toparlanmaya çalıştı. Ancak daha sonra yaptığı savaşlarda da yenildi ve Anadolu’yu tamamen ele geçirme hayallerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Daha sonraları Trakya’ya kaçmaya çalışırken Tylis Galatları tarafından öldürüldüğü söylenir.
_______________________________________________________
  

[1] Bergama Attalos Hanedanlığı: Philetairos(M.Ö.283-263), I.Eumenes(M.Ö.263-241), Attolos I Soter(M.Ö.241-197), Eumenes II Soter(M.Ö.197-159), II.Attalos(M.Ö.159-139), Attalos III Philometor(M.Ö.139-133).
[2] Orta Anadolu’da Galatya olarak adlandırılan bölgeye yerleşmiş olan Galatlar  üç kabilenin oluşturduğu  yerel yönetimler tarzında yaşamaktaydılar. Bu üç kabile:
1)Tolistoboglar: Sangarios (Sakarya)nehrinin batısı, Pessinus(Ballıhisar) ve civarı,
2)Tektosaglar: Sangarios ve Halys (Kızılırmak) nehirlerinin arası, Ankyra(Ankara) ve civarı,
3) Trokmiler: Halys nehrinin doğusu, Tavion(Nefesköy) ve civarı

31 Ağustos 2019 Cumartesi

Arsinoe'nin Doğumu ve Çocukluğu


İSKENDERİYE
M.Ö. 316 (116.olimpiyat, 1.yıl)

Derler ki Büyük İskender daha Mısır’ı fethetmeden önce, Ptolemi ile beraber, yarım çuval un serpmişler yere ve serpilen unun üzerinde parmaklarıyla hayal ettikleri İskenderiye şehrinin planlarını yapmışlar. Sonra bir kuş gelmiş ve yerdeki un taneciklerini gagalayarak yemeğe başlamış. Bunu gören kahinler bu şehrin çok bereketli ve insanlar içinde çok yararlı olacağını söylemişler.  Kenti Nil deltasında kurmayı düşünmüşler önce. Ancak Nil nehrinin taşıdığı çamur ve taşların limanı bloke edebileceği düşünülerek, kent ve liman deltanın 35 km batısına olacak şekilde planlanmış. Kentin kuruluşundan kısa bir süre sonra, yeni kente akın edenlerle kentin nüfusu artmış. Dediklerine göre Mısırlı, Yunanlı ve Musevilerden oluşan nüfusu kısa sürede 300 bine ulaşmış.
İskender’in ölümünden sonra, Mısır’ın sorumluluğunu üstlenen Ptolemi, taht kavgaları devam etmesine rağmen, İskender ile beraber kurdukları hayalleri hemen gerçekleştirmeye başladı. Perdikkas’ı ortadan kaldırdıktan sonra Mısır’da konumunu kuvvetlendirmiş, Kudüs’ü  ve Akdeniz’in doğu kıyılarını da hudutlarına dahil etmişti. Yerli halkla da ilişkilerini iyi tutarak önce İskenderiye’de sonra da tüm Mısır’da önemli reformları başlattı. Düzgün caddeler ve yönetim binaları ortaya çıkmış, şehir büyümeye ve gelişmeye başlamıştı. İskenderiye’yi dünyanın bilim dünyası yapacaklarını planlamışlardı.  Bu hayali gerçekleştirme yolunda, Eflatun’un felsefe okulunu model alan bir kütüphanenin ön hazırlıklarını yapmaktaydı.
 İskender öldüğünde erken yaşlarında, en güvendiği yedi generalinden biriydi Ptolemi. Onun İskender’e yakınlığı sadece güvenilen generaller arasında yer alması değildi. Çok yakın arkadaştılar aynı zamanda. Eğitimlerini Aristo’nun gözetiminde beraber yapmışlardı. Aristo onların sadece öğretmeni olmamış, özel kitaplarını da kullanmalarına izin vererek kendilerini geliştirmelerine önderlik etmiş, yol göstermişti. İskender’den beş yaş büyük olan Ptolemi’nin annesi Makedonyalı Arsinoe*, İskender’in babasının cariyelerinden biriydi. Kral II.Philip, yani İskender’in babası, bu cariyesini Ptolemi doğmadan, Makedonya’nın soylu kişilerinden Lagus ile evlendirmişti. Ancak Arsione evlendiğinde hamile olduğuna dair dedikoduları önlemek mümkün olmamıştı. Yani, her ne kadar Ptolemi’nin babası Lagus olarak bilinse de,  Ptolemi ile İskender’in kardeş olma olasılığı yüksekti. Bu olasılıktan hiç kimse hiçbir zaman söz etmedi. Kral öldüğünde, Ptolemi hiç bir zaman olası veliahtlardan biri olarak akla gelmedi. İskender tahta rakip olabilecek yakınlarının tümünü ortadan kaldırdı; ama Ptolemi ile arkadaşlıkları hep devam etti.
Yeni doğan bebeğin herkesi sevindiren çığlığı sarayın her yerinden duyulduğunda Ptolemi, esiri olduğu anılarından sıyrılarak doğumun yapıldığı odaya doğru koştu.
            “Kız” dediler, “Çok güzel bir kızınız oldu yüce efendim”.
            Ptolemi çok sevindi. Kucağına verilen beyaz bez yumağı içinde bebeğin ağlayan yüzünü zorlukla bulabildikten sonra alnından öptü.
            “Adı Arsinoe olsun” dedi. 
*: O dönemlerde Arsinoe sık kullanılan bir isimdi. Konu başlığı olan Arsinoe 1.Ptolemi'nin kızı olup, annesi Arsinoe başkadır. O dönem tarihinde önemli yeri olan 2.Arsinoe daha sonra İskender'in başka bir generali olan Lysimakhos ile evlenecektir (MÖ 316-270)

__________________
İSKENDERİYE  MÜZ TAPINAĞI

M.Ö. 313 (116.olimpiyat, 4.yıl)

        
Arsinoe’nin üçüncü yaş gününde Müz  tapınağının açılışı yapılacaktı. Ptolemi bu şehri hem bilim, hem de sanat merkezi yapmak için söz vermişti hem kendine, hem de ölmeden önce İskender’e. Müz tapınağı, projesinin ilk adımıydı. İlham perileri adına yapılan bu sanat ve bilim yuvası, kurmayı planladığı o koca kütüphanenin çekirdeği olacaktı. Papirüs üzerine yazılmış el yazmalarını toplamaya ve biriktirmeye başlamıştı bile. Euklid kendine ayrılan çalışma odasında ruloların tasnifi için bir formül arama çabasına başlamıştı çoktan.
Kutlama töreni şiir tanrıçasının  odasında yapılacaktı. Arsinoe’nin annesi Berenice, kızının  yeni yaşına müzik eşliğinde şiir dinlemesini istemişti. Bu yaş günü kutlaması bir bakıma bu sanat tapınağında yapılan ilk toplantıydı.
            Önce Euklid’in odasına uğradılar.  Matematik üstadı sessiz adam ellerinde garip şekillerle oynarken,
            “Hoş geldiniz efendimiz” dedi, “yer ölçümleri için bazı çalışmalarımı tamamlıyorum da..” yakalanmış utangaç bir çocuk gibi sanki özür dileyerek. Elindekileri oynaması için küçük prensese verdi. Arsinoe, bu yuvarlak, kübik ve acayip şekilli tahta cisimleri yan yana dizip üst üste koymaya çalışırken anlatmaya devam etti Euklid,
            “Konik seksiyonlar üzerinde çalışıyorum da” dedi,  “ayrıca küresel ve kübik geometride de epey yol aldım” bunları duyan Ptolemi sevindi. Sponsorluğunu severek üstlendiği bu geometrinin babası bilim adamının öne sürdüğü her yeni bir şey  onu sevindirirdi her zaman.
            “Tarihe geçeceksin sen, devam et” dedi ve ekledi “felsefe salonumuz için de önerilerini bekliyorum. Eflatunun akademisini burada devam ettirmeliyiz”.
            “Çalışacağım” dedi Euklid. Ve hep beraber şiir dinlemeye müzik odasına geçtiler.
            Arsinoe elinde büyük geometricinin oyuncaklarının sıkı sıkı tutarak uykuya dalmıştı. Ptolemi, ne şiir okuyan oğlan çocuğuna, ne de lir tıngırtatan o güzel kıza bakıyordu. Gözleri devamlı karısı Berenice’nin yüzündeydi. En çok bu dördüncü karısını sevmişti. Yalvardı tanrılarına, Arsinoe’den sonra ona bir oğlan çocuk doğursun diye. Eski karısı Eurydice ve ondan doğan ilk oğlunu bir türlü sevememişti. Babası müttefikiydi ve imparatorluğun vasisi olduğu için dayanmıştı bu kadına bunca yıl. Ama ölünce karısının babası Antipater aniden, Eurydice’nin üzerine evlenivermişti güzel Berenice ile hiç kimseye hesap vermeden. Kadın, üzerine kuma gelmesinden sonra daha da huysuzlaşmıştı; kurtulması gerekecekti ondan ve oğlundan yakında elbet. Kararlıydı, eğer bir oğlu olursa Berenice’den, tahtını Berenice’den olan oğluna  bırakacaktı. İnanıyordu ki bu Mısır için daha iyi olacaktı.
            Şiir bittiğinde Berenice’ye bakmaya devam ediyordu. Konuklar alkışlarken, onu yanaklarından öperek “söz ver bana sevgili karım” dedi, bir eliyle de kızının başını okşamaktaydı. “Ben ayrılırsam da bu dünyadan bitiremeden bu bilim mabedini, sen tamamla, sevgili Arsinoe’mizle beraber dünyanın en büyük kütüphanesini”.
Berenice gülümseyerek başını salladı.  
            Ertesi gün Ptolomi’nin ilk işi, baş mimarını çağırmak ve Kızıl Deniz’de bitmek üzere olan yeni limana karısının isminin verilmesini emretmek oldu.