PANNONİA (Batı Macaristan)
M.Ö. 316
(116.olimpiyat, 1.yıl)
Avrupa kıtasının ortalarındaki Harsinia
dağlarının doğu tepelerindeki birinin yamacında, bir Galya köyünde de bir
bayram havasının telaşı yaşanmaktaydı. Kabile şefi tuz ustası Kastikos’un oğlu
küçük Kastikos artık adam olmuştu. Kılıç kullanmayı artık öğrenen on yaşındaki
Kastikos rakiplerini yenmiş ve sınavı geçmişti. Bu gece babasının ona armağan
olarak verdiği kemerini ve kılıcını kuşanacaktı.
Galyalılar için dağlar çok
kutsaldır. Çünkü dağlar göğe yakındır. Hele bir de o iri meşe ağaçları da varsa
o dağda, dalları yukarılara doğru yükselen, o dağ en kutsalıdır. İşte böyle bir
yerde yaşıyordu Prausi kabilesinin şanslı insanları.
Kastikos’un
ergenlik töreni işte bu kutsal meşe koruluğunda yapılacaktı. Ama kemeri ve
kılıcı kuşanacağı törenden önce,
babasıyla beraber meşe ağacını çok iyi bilen Diviciakos’u mağarasında
ziyaret etmeleri gerekiyordu.
Annesi yanaklarından öperek uğurladı
oğlunu. Artık onu daha az görecekti. Yolda babası başladı anlatmaya,
“Mağarada yalnız kalınca unutma
söylediklerimi” dedi. “Düşüneceksin içerde ailene, kabilene ve tüm soyuna
sorumluluklarını. Tuzu hatırla, hani o yerin kaç kat altından çıkardığımız o
nimeti”. Tuz Galyalılar için her şeydi. Dedelerinin Hallstad madenlerinde ki
maceralarını tüm Prausililer bilirdi. Büyük emeklerle çıkardıkları tuz onların
en büyük gelir kaynağı olmuştu uzun yıllardır. Tuzu hem etlerini saklamak için
kullanırlar, hem de uzaklara kadar götürerek tuzu olmayan insanlara satarlardı.
Tuz onların alın teriydi.
“Şarabı ve ekmeği de unutma” diye
ekledi. “Onları da düşün ! Bunların hepsi bizim emeğimizin simgesi değil
sadece, ta kendisi…Bu ürünlerimizi tanrılar bize verirken bizim de nasıl uğraş
vermemiz gerektiğini düşün.”
Tuna bağlarında yetiştirdikleri üzümün
şarabı Avrupa’nın en iyi şarabıydı. Kendi yaptıkları fıçılarda saklarlardı
şaraplarını. Başta Romalılara olmak üzere, tüm kıtaya satarlardı. Taşımacılıkta
Tuna nehrini kullanırlardı genellikle. Ren nehrine geçtikleri zaman en kuzey bölgelere
bile kolayca gidebiliyorlardı. Kolay derken, doğadan başka, zorbalarla ve
eşkiyalarla da dövüşmek gerekiyordu tabii. Babasını dinlerken, komşu kabileden
gelen birinin Avrupayı baştan başa, Karadeniz’den batıdaki büyük denizin
kıyısındaki Gal limanına kadar nehirle nasıl geçtiğini heyecanla anlattığını
hatırladı.
Diviciakos onları mağaraya giden
patikanın kavşağında karşıladı.
“Hazır mısın ?” diye sordu önce. Sonra
ekledi babasına dönerek,”Senin oğlun iyi bir druid de olabilirdi” dedi, “çok
akıllı bir çocuk; onunla bizzat ben ilgilenirdim.”
Biliyordu ki baba Kastikos, bu hiçbir
Galyalının geri çevirmek isteyemeyeceği kadar cazip bir teklifti. Hem astronomi
ve simya öğrenebilirdi, hem de askerlik ve vergi derdi olmayacaktı hiçbir
zaman. Ama Kastikos biliyordu ki druidlik onun ailesine göre değildi. Onlar ya
tuz çıkartmışlardı hep, yada çok iyi savaşçı olmuşlardı ve Kastikos da savaşçı
olmayı aklına koymuştu.
Diviciakos’un beyaz cübbesinin etekleri
yerlere sürünmekteydi. Yolda giderken aradığı bir ota rastlarsa, hiç
kaçırmıyor; hemen eğiliyor ve çıkarıyordu aceleyle kuşağına takılı olan baline
denilen ucu kıvrık çakısını; kesiyordu otu dibinden ve atıyordu belinin diğer
tarafına asılı olan kesesine hiç beklemeden. Diviciakos’un sakalları diğer
kabilelerde gördüğü druidler kadar uzun değildi; ama diğerleri gibi, onun da sakalı ve saçları
bembeyazdı. Kukuletasını hiç taktığını görmemişti. Saçlarını da hiç ördürmezdi.
Sallanırdı kukuletası ve saçları hızlı hızlı yürürken.
Mağaraya yaklaştıklarında beyaz bir
köpek onları karşıladı merhaba dercesine ve oturdu mağaranın girişinin
kenarına. Mağaraya yaklaştıkça, özenle yontulmuş taşlardan yapılmış yol
genişlemişti. Mağaranın girişinin sağ tarafında bir meşe ağacı, sol tarafında
da bir elma ağacı vardı.
“ Meşe gücü, elma ağacı ölümsüzlüğü
bizlere anımsatır” dedi druid aniden ciddileşerek. Anlaşılan mağara öğretisi
başlamıştı. “Sen belki druid olmayacaksın, savaşçıların komutanı olacaksın; ama
mağara içinde yaşayan bilge’nin ne demek olduğunu yaşamalısın ve anlamalısın”.
Dedi ve içeri girdiler. Babası dışarıda kaldı.
Onlar içeri girdiğinde, iki kuş hızla
uçarak dışarı çıkmış ve bunu gören beyaz köpek de havlamıştı. İçerisi tahmin
ettiği kadar karanlık değildi. Tuzdan
yapılmış bir Galyalı madenci heykeli, onun yanında da üzerinde bir somun ekmek
olan şarap fıçısını gördü. İlerlediklerinde karşılarında bir göl olduğunu fark
etti ve şaşırdı. Diviciacos’a doğru başını çevirdiğinde cübbesinin kukuletasını
başına geçirmiş olduğunu gördü. Elindeki değneğini ona doğru uzatmış bir şeyler
mırıldanıyordu. Sesini yükselterek,
“Mağaralar yer yüzünün nefes aldığı
akciğerleridir. Burası bizden ayrılan ruhlarımızın yaşadığı yer altı dünyasının
kapısıdır. Bizler şimdilik, tanrıların diyarı gök yüzü ile, bu yer altı
dünyasının arasındaki yer yüzünde yaşarız. Sonra, ya gök yüzüne yükseleceğiz,
ya da gideceğiz yer altındaki ruhlar diyarına. Korkma sakın yer yüzünde
ölmekten! Hayatın sona erse de bir yerde
yer yüzünde, başlayacaksın nasıl olsa yeni bir hayata başka bir alemde.” dedi.
“Şimdi seni yalnız bırakacağım biraz.
Düşüneceksin! Yeri hisset ! Havayı ve suyu hisset! Elini yakan ateşi hatırla!
Doğayı anlamaya çalış !” Biraz durakladıktan sonra ekledi. “Unutma burası
sadece periler ülkesine yapılacak bir yolculuk değildir. Yolculuğu kendi içinde
yapacaksın!” dedi ve yok oluverdi.
Yalnız kalmıştı. Etraf sessizdi. Göldeki
su hiç kıpırdamıyordu. Ne bir uğultu, ne de bir esinti vardı mağaranın içinde.
Sadece kendi nefesi. Ve düşünmeye başladı. Kendi beyninin içindeydi sanki…
Omzuna Diviciakos’un eli dokunduğu
zaman, düşünce dünyasından çıktı ve bilgenin gülümseyen yüzünü gördü. Beraberce
mağaradan çıktılar. Babası bekliyordu onları. Alnından öptü babası oğlunun ve
sırtındaki heybesinden açılıp kapanabilen gümüş bir halka çıkardı.
“Sevgili Kastikos artık yetişmiş ergin
bir insansın. Bu halka sana hep kabileni ve soydaşlarını hatırlatsın” dedi ve
gümüş halkayı oğlunun boynuna taktı.
“Hiç çıkartma bunu boynundan.” Sanki
yıllarca sürecek bir işi bir gecede yapmışlığın yorgunluğu vardı üzerinde.
Sanki uzun bir yolculuktan dönmüştü geri köyüne…Ama gönlü ferahtı ve aklı
açıktı. Bu sabah, bireysel gelişimi yolunda hiçbir zaman unutamayacağı bir
deneyim yaşamıştı. Erginleşme buydu anlaşılan.
Diviciakos’a
teşekkür ederek eve döndüler.
----- o -----
Köyün gençleri eğlenceler
düzenlemişlerdi Kastikos onuruna. Kırmızı tuniklerini ve ekoseli pantolonlarını
giymişti hepsi. Atların üzerinde dikiliyorlar veya çılgınca koşan atların
çektiği arabaları yarıştırıyorlar ve delice giden arabanın üzerinde amuda kalkıyorlardı.
Gece olunca meşalelerin ve
yıldızların ışığında, hazırlanan yuvarlak şölen masasının etrafına yerleştiler.
Diviciakos, meşe ağacının dallarının bu sabah oluşturduğu gölgelerden gelecekle
ilgili bilgi aldığını açıkladı ve dedi ki,
“ Bu gün yetkinleştiğini gördüğümüz
gencimiz yarının büyük cengaveri olacak. Kavmimize doğuya giden yolları açacak.
O bir Brennos olacak.”
Yemeğe başlamadan önce baba oğluna
kemerini ve kılıcını kuşanmasına yardım etti.
Şarap kupasını oğlunun onuruna kaldırdı. Her kutlamada olduğu gibi
eğlence sabaha kadar sürdü.
Artık ona hep Brennos diye hitap
ettiler. Romalılara korku salan Brennos şimdide Makedonyalılara ve Hellenlere
korku salacaktı. Dünya Brennos’ları unutmayacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder