24 Eylül 2019 Salı

İnisiyasyon


PANNONİA (Batı Macaristan)
M.Ö. 316 (116.olimpiyat, 1.yıl)

             Avrupa kıtasının ortalarındaki Harsinia dağlarının doğu tepelerindeki birinin yamacında, bir Galya köyünde de bir bayram havasının telaşı yaşanmaktaydı. Kabile şefi tuz ustası Kastikos’un oğlu küçük Kastikos artık adam olmuştu. Kılıç kullanmayı artık öğrenen on yaşındaki Kastikos rakiplerini yenmiş ve sınavı geçmişti. Bu gece babasının ona armağan olarak verdiği kemerini ve kılıcını kuşanacaktı.

            Galyalılar için dağlar çok kutsaldır. Çünkü dağlar göğe yakındır. Hele bir de o iri meşe ağaçları da varsa o dağda, dalları yukarılara doğru yükselen, o dağ en kutsalıdır. İşte böyle bir yerde yaşıyordu Prausi kabilesinin şanslı insanları.
Kastikos’un ergenlik töreni işte bu kutsal meşe koruluğunda yapılacaktı. Ama kemeri ve kılıcı kuşanacağı törenden önce,  babasıyla beraber meşe ağacını çok iyi bilen Diviciakos’u mağarasında ziyaret etmeleri gerekiyordu.
            Annesi yanaklarından öperek uğurladı oğlunu. Artık onu daha az görecekti. Yolda babası başladı anlatmaya,
            “Mağarada yalnız kalınca unutma söylediklerimi” dedi. “Düşüneceksin içerde ailene, kabilene ve tüm soyuna sorumluluklarını. Tuzu hatırla, hani o yerin kaç kat altından çıkardığımız o nimeti”. Tuz Galyalılar için her şeydi. Dedelerinin Hallstad madenlerinde ki maceralarını tüm Prausililer bilirdi. Büyük emeklerle çıkardıkları tuz onların en büyük gelir kaynağı olmuştu uzun yıllardır. Tuzu hem etlerini saklamak için kullanırlar, hem de uzaklara kadar götürerek tuzu olmayan insanlara satarlardı. Tuz onların alın teriydi.
            “Şarabı ve ekmeği de unutma” diye ekledi. “Onları da düşün ! Bunların hepsi bizim emeğimizin simgesi değil sadece, ta kendisi…Bu ürünlerimizi tanrılar bize verirken bizim de nasıl uğraş vermemiz gerektiğini düşün.”
Tuna bağlarında yetiştirdikleri üzümün şarabı Avrupa’nın en iyi şarabıydı. Kendi yaptıkları fıçılarda saklarlardı şaraplarını. Başta Romalılara olmak üzere, tüm kıtaya satarlardı. Taşımacılıkta Tuna nehrini kullanırlardı genellikle. Ren nehrine geçtikleri zaman en kuzey bölgelere bile kolayca gidebiliyorlardı. Kolay derken, doğadan başka, zorbalarla ve eşkiyalarla da dövüşmek gerekiyordu tabii. Babasını dinlerken, komşu kabileden gelen birinin Avrupayı baştan başa, Karadeniz’den batıdaki büyük denizin kıyısındaki Gal limanına kadar nehirle nasıl geçtiğini heyecanla anlattığını hatırladı.
Diviciakos onları mağaraya giden patikanın kavşağında karşıladı.
“Hazır mısın ?” diye sordu önce. Sonra ekledi babasına dönerek,”Senin oğlun iyi bir druid de olabilirdi” dedi, “çok akıllı bir çocuk; onunla bizzat ben ilgilenirdim.”
Biliyordu ki baba Kastikos, bu hiçbir Galyalının geri çevirmek isteyemeyeceği kadar cazip bir teklifti. Hem astronomi ve simya öğrenebilirdi, hem de askerlik ve vergi derdi olmayacaktı hiçbir zaman. Ama Kastikos biliyordu ki druidlik onun ailesine göre değildi. Onlar ya tuz çıkartmışlardı hep, yada çok iyi savaşçı olmuşlardı ve Kastikos da savaşçı olmayı aklına koymuştu.
Diviciakos’un beyaz cübbesinin etekleri yerlere sürünmekteydi. Yolda giderken aradığı bir ota rastlarsa, hiç kaçırmıyor; hemen eğiliyor ve çıkarıyordu aceleyle kuşağına takılı olan baline denilen ucu kıvrık çakısını; kesiyordu otu dibinden ve atıyordu belinin diğer tarafına asılı olan kesesine hiç beklemeden. Diviciakos’un sakalları diğer kabilelerde gördüğü druidler kadar uzun değildi; ama  diğerleri gibi, onun da sakalı ve saçları bembeyazdı. Kukuletasını hiç taktığını görmemişti. Saçlarını da hiç ördürmezdi. Sallanırdı kukuletası ve saçları hızlı hızlı yürürken.
Mağaraya yaklaştıklarında beyaz bir köpek onları karşıladı merhaba dercesine ve oturdu mağaranın girişinin kenarına. Mağaraya yaklaştıkça, özenle yontulmuş taşlardan yapılmış yol genişlemişti. Mağaranın girişinin sağ tarafında bir meşe ağacı, sol tarafında da bir elma ağacı vardı.
“ Meşe gücü, elma ağacı ölümsüzlüğü bizlere anımsatır” dedi druid aniden ciddileşerek. Anlaşılan mağara öğretisi başlamıştı. “Sen belki druid olmayacaksın, savaşçıların komutanı olacaksın; ama mağara içinde yaşayan bilge’nin ne demek olduğunu yaşamalısın ve anlamalısın”. Dedi ve içeri girdiler. Babası dışarıda kaldı.
Onlar içeri girdiğinde, iki kuş hızla uçarak dışarı çıkmış ve bunu gören beyaz köpek de havlamıştı. İçerisi tahmin ettiği kadar karanlık değildi.  Tuzdan yapılmış bir Galyalı madenci heykeli, onun yanında da üzerinde bir somun ekmek olan şarap fıçısını gördü. İlerlediklerinde karşılarında bir göl olduğunu fark etti ve şaşırdı. Diviciacos’a doğru başını çevirdiğinde cübbesinin kukuletasını başına geçirmiş olduğunu gördü. Elindeki değneğini ona doğru uzatmış bir şeyler mırıldanıyordu. Sesini yükselterek,
“Mağaralar yer yüzünün nefes aldığı akciğerleridir. Burası bizden ayrılan ruhlarımızın yaşadığı yer altı dünyasının kapısıdır. Bizler şimdilik, tanrıların diyarı gök yüzü ile, bu yer altı dünyasının arasındaki yer yüzünde yaşarız. Sonra, ya gök yüzüne yükseleceğiz, ya da gideceğiz yer altındaki ruhlar diyarına. Korkma sakın yer yüzünde ölmekten!  Hayatın sona erse de bir yerde yer yüzünde, başlayacaksın nasıl olsa yeni bir hayata başka bir alemde.” dedi.
“Şimdi seni yalnız bırakacağım biraz. Düşüneceksin! Yeri hisset ! Havayı ve suyu hisset! Elini yakan ateşi hatırla! Doğayı anlamaya çalış !” Biraz durakladıktan sonra ekledi. “Unutma burası sadece periler ülkesine yapılacak bir yolculuk değildir. Yolculuğu kendi içinde yapacaksın!” dedi ve yok oluverdi.
Yalnız kalmıştı. Etraf sessizdi. Göldeki su hiç kıpırdamıyordu. Ne bir uğultu, ne de bir esinti vardı mağaranın içinde. Sadece kendi nefesi. Ve düşünmeye başladı. Kendi beyninin içindeydi sanki…
Omzuna Diviciakos’un eli dokunduğu zaman, düşünce dünyasından çıktı ve bilgenin gülümseyen yüzünü gördü. Beraberce mağaradan çıktılar. Babası bekliyordu onları. Alnından öptü babası oğlunun ve sırtındaki heybesinden açılıp kapanabilen gümüş bir halka çıkardı.
“Sevgili Kastikos artık yetişmiş ergin bir insansın. Bu halka sana hep kabileni ve soydaşlarını hatırlatsın” dedi ve gümüş halkayı oğlunun boynuna taktı.
“Hiç çıkartma bunu boynundan.” Sanki yıllarca sürecek bir işi bir gecede yapmışlığın yorgunluğu vardı üzerinde. Sanki uzun bir yolculuktan dönmüştü geri köyüne…Ama gönlü ferahtı ve aklı açıktı. Bu sabah, bireysel gelişimi yolunda hiçbir zaman unutamayacağı bir deneyim yaşamıştı. Erginleşme buydu anlaşılan.
Diviciakos’a teşekkür ederek eve döndüler.
----- o -----
            Köyün gençleri eğlenceler düzenlemişlerdi Kastikos onuruna. Kırmızı tuniklerini ve ekoseli pantolonlarını giymişti hepsi. Atların üzerinde dikiliyorlar veya çılgınca koşan atların çektiği arabaları yarıştırıyorlar ve delice giden arabanın üzerinde amuda kalkıyorlardı. 
            Gece olunca meşalelerin ve yıldızların ışığında, hazırlanan yuvarlak şölen masasının etrafına yerleştiler. Diviciakos, meşe ağacının dallarının bu sabah oluşturduğu gölgelerden gelecekle ilgili bilgi aldığını açıkladı ve dedi ki,
“ Bu gün yetkinleştiğini gördüğümüz gencimiz yarının büyük cengaveri olacak. Kavmimize doğuya giden yolları açacak. O bir Brennos olacak.” 
Yemeğe başlamadan önce baba oğluna kemerini ve kılıcını kuşanmasına yardım etti.  Şarap kupasını oğlunun onuruna kaldırdı. Her kutlamada olduğu gibi eğlence sabaha kadar sürdü.
Artık ona hep Brennos diye hitap ettiler. Romalılara korku salan Brennos şimdide Makedonyalılara ve Hellenlere korku salacaktı. Dünya Brennos’ları unutmayacaktı.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder