24 Eylül 2019 Salı
Galaterra : İnisiyasyon
Galaterra : İnisiyasyon: PANNONİA (Batı Macaristan) M.Ö. 316 (116.olimpiyat, 1.yıl) Avrupa kıtasının ortalarındaki Harsinia dağlarının doğu tepe...
İnisiyasyon
PANNONİA (Batı Macaristan)
M.Ö. 316
(116.olimpiyat, 1.yıl)
Avrupa kıtasının ortalarındaki Harsinia
dağlarının doğu tepelerindeki birinin yamacında, bir Galya köyünde de bir
bayram havasının telaşı yaşanmaktaydı. Kabile şefi tuz ustası Kastikos’un oğlu
küçük Kastikos artık adam olmuştu. Kılıç kullanmayı artık öğrenen on yaşındaki
Kastikos rakiplerini yenmiş ve sınavı geçmişti. Bu gece babasının ona armağan
olarak verdiği kemerini ve kılıcını kuşanacaktı.
Galyalılar için dağlar çok
kutsaldır. Çünkü dağlar göğe yakındır. Hele bir de o iri meşe ağaçları da varsa
o dağda, dalları yukarılara doğru yükselen, o dağ en kutsalıdır. İşte böyle bir
yerde yaşıyordu Prausi kabilesinin şanslı insanları.
Kastikos’un
ergenlik töreni işte bu kutsal meşe koruluğunda yapılacaktı. Ama kemeri ve
kılıcı kuşanacağı törenden önce,
babasıyla beraber meşe ağacını çok iyi bilen Diviciakos’u mağarasında
ziyaret etmeleri gerekiyordu.
Annesi yanaklarından öperek uğurladı
oğlunu. Artık onu daha az görecekti. Yolda babası başladı anlatmaya,
“Mağarada yalnız kalınca unutma
söylediklerimi” dedi. “Düşüneceksin içerde ailene, kabilene ve tüm soyuna
sorumluluklarını. Tuzu hatırla, hani o yerin kaç kat altından çıkardığımız o
nimeti”. Tuz Galyalılar için her şeydi. Dedelerinin Hallstad madenlerinde ki
maceralarını tüm Prausililer bilirdi. Büyük emeklerle çıkardıkları tuz onların
en büyük gelir kaynağı olmuştu uzun yıllardır. Tuzu hem etlerini saklamak için
kullanırlar, hem de uzaklara kadar götürerek tuzu olmayan insanlara satarlardı.
Tuz onların alın teriydi.
“Şarabı ve ekmeği de unutma” diye
ekledi. “Onları da düşün ! Bunların hepsi bizim emeğimizin simgesi değil
sadece, ta kendisi…Bu ürünlerimizi tanrılar bize verirken bizim de nasıl uğraş
vermemiz gerektiğini düşün.”
Tuna bağlarında yetiştirdikleri üzümün
şarabı Avrupa’nın en iyi şarabıydı. Kendi yaptıkları fıçılarda saklarlardı
şaraplarını. Başta Romalılara olmak üzere, tüm kıtaya satarlardı. Taşımacılıkta
Tuna nehrini kullanırlardı genellikle. Ren nehrine geçtikleri zaman en kuzey bölgelere
bile kolayca gidebiliyorlardı. Kolay derken, doğadan başka, zorbalarla ve
eşkiyalarla da dövüşmek gerekiyordu tabii. Babasını dinlerken, komşu kabileden
gelen birinin Avrupayı baştan başa, Karadeniz’den batıdaki büyük denizin
kıyısındaki Gal limanına kadar nehirle nasıl geçtiğini heyecanla anlattığını
hatırladı.
Diviciakos onları mağaraya giden
patikanın kavşağında karşıladı.
“Hazır mısın ?” diye sordu önce. Sonra
ekledi babasına dönerek,”Senin oğlun iyi bir druid de olabilirdi” dedi, “çok
akıllı bir çocuk; onunla bizzat ben ilgilenirdim.”
Biliyordu ki baba Kastikos, bu hiçbir
Galyalının geri çevirmek isteyemeyeceği kadar cazip bir teklifti. Hem astronomi
ve simya öğrenebilirdi, hem de askerlik ve vergi derdi olmayacaktı hiçbir
zaman. Ama Kastikos biliyordu ki druidlik onun ailesine göre değildi. Onlar ya
tuz çıkartmışlardı hep, yada çok iyi savaşçı olmuşlardı ve Kastikos da savaşçı
olmayı aklına koymuştu.
Diviciakos’un beyaz cübbesinin etekleri
yerlere sürünmekteydi. Yolda giderken aradığı bir ota rastlarsa, hiç
kaçırmıyor; hemen eğiliyor ve çıkarıyordu aceleyle kuşağına takılı olan baline
denilen ucu kıvrık çakısını; kesiyordu otu dibinden ve atıyordu belinin diğer
tarafına asılı olan kesesine hiç beklemeden. Diviciakos’un sakalları diğer
kabilelerde gördüğü druidler kadar uzun değildi; ama diğerleri gibi, onun da sakalı ve saçları
bembeyazdı. Kukuletasını hiç taktığını görmemişti. Saçlarını da hiç ördürmezdi.
Sallanırdı kukuletası ve saçları hızlı hızlı yürürken.
Mağaraya yaklaştıklarında beyaz bir
köpek onları karşıladı merhaba dercesine ve oturdu mağaranın girişinin
kenarına. Mağaraya yaklaştıkça, özenle yontulmuş taşlardan yapılmış yol
genişlemişti. Mağaranın girişinin sağ tarafında bir meşe ağacı, sol tarafında
da bir elma ağacı vardı.
“ Meşe gücü, elma ağacı ölümsüzlüğü
bizlere anımsatır” dedi druid aniden ciddileşerek. Anlaşılan mağara öğretisi
başlamıştı. “Sen belki druid olmayacaksın, savaşçıların komutanı olacaksın; ama
mağara içinde yaşayan bilge’nin ne demek olduğunu yaşamalısın ve anlamalısın”.
Dedi ve içeri girdiler. Babası dışarıda kaldı.
Onlar içeri girdiğinde, iki kuş hızla
uçarak dışarı çıkmış ve bunu gören beyaz köpek de havlamıştı. İçerisi tahmin
ettiği kadar karanlık değildi. Tuzdan
yapılmış bir Galyalı madenci heykeli, onun yanında da üzerinde bir somun ekmek
olan şarap fıçısını gördü. İlerlediklerinde karşılarında bir göl olduğunu fark
etti ve şaşırdı. Diviciacos’a doğru başını çevirdiğinde cübbesinin kukuletasını
başına geçirmiş olduğunu gördü. Elindeki değneğini ona doğru uzatmış bir şeyler
mırıldanıyordu. Sesini yükselterek,
“Mağaralar yer yüzünün nefes aldığı
akciğerleridir. Burası bizden ayrılan ruhlarımızın yaşadığı yer altı dünyasının
kapısıdır. Bizler şimdilik, tanrıların diyarı gök yüzü ile, bu yer altı
dünyasının arasındaki yer yüzünde yaşarız. Sonra, ya gök yüzüne yükseleceğiz,
ya da gideceğiz yer altındaki ruhlar diyarına. Korkma sakın yer yüzünde
ölmekten! Hayatın sona erse de bir yerde
yer yüzünde, başlayacaksın nasıl olsa yeni bir hayata başka bir alemde.” dedi.
“Şimdi seni yalnız bırakacağım biraz.
Düşüneceksin! Yeri hisset ! Havayı ve suyu hisset! Elini yakan ateşi hatırla!
Doğayı anlamaya çalış !” Biraz durakladıktan sonra ekledi. “Unutma burası
sadece periler ülkesine yapılacak bir yolculuk değildir. Yolculuğu kendi içinde
yapacaksın!” dedi ve yok oluverdi.
Yalnız kalmıştı. Etraf sessizdi. Göldeki
su hiç kıpırdamıyordu. Ne bir uğultu, ne de bir esinti vardı mağaranın içinde.
Sadece kendi nefesi. Ve düşünmeye başladı. Kendi beyninin içindeydi sanki…
Omzuna Diviciakos’un eli dokunduğu
zaman, düşünce dünyasından çıktı ve bilgenin gülümseyen yüzünü gördü. Beraberce
mağaradan çıktılar. Babası bekliyordu onları. Alnından öptü babası oğlunun ve
sırtındaki heybesinden açılıp kapanabilen gümüş bir halka çıkardı.
“Sevgili Kastikos artık yetişmiş ergin
bir insansın. Bu halka sana hep kabileni ve soydaşlarını hatırlatsın” dedi ve
gümüş halkayı oğlunun boynuna taktı.
“Hiç çıkartma bunu boynundan.” Sanki
yıllarca sürecek bir işi bir gecede yapmışlığın yorgunluğu vardı üzerinde.
Sanki uzun bir yolculuktan dönmüştü geri köyüne…Ama gönlü ferahtı ve aklı
açıktı. Bu sabah, bireysel gelişimi yolunda hiçbir zaman unutamayacağı bir
deneyim yaşamıştı. Erginleşme buydu anlaşılan.
Diviciakos’a
teşekkür ederek eve döndüler.
----- o -----
Köyün gençleri eğlenceler
düzenlemişlerdi Kastikos onuruna. Kırmızı tuniklerini ve ekoseli pantolonlarını
giymişti hepsi. Atların üzerinde dikiliyorlar veya çılgınca koşan atların
çektiği arabaları yarıştırıyorlar ve delice giden arabanın üzerinde amuda kalkıyorlardı.
Gece olunca meşalelerin ve
yıldızların ışığında, hazırlanan yuvarlak şölen masasının etrafına yerleştiler.
Diviciakos, meşe ağacının dallarının bu sabah oluşturduğu gölgelerden gelecekle
ilgili bilgi aldığını açıkladı ve dedi ki,
“ Bu gün yetkinleştiğini gördüğümüz
gencimiz yarının büyük cengaveri olacak. Kavmimize doğuya giden yolları açacak.
O bir Brennos olacak.”
Yemeğe başlamadan önce baba oğluna
kemerini ve kılıcını kuşanmasına yardım etti.
Şarap kupasını oğlunun onuruna kaldırdı. Her kutlamada olduğu gibi
eğlence sabaha kadar sürdü.
Artık ona hep Brennos diye hitap
ettiler. Romalılara korku salan Brennos şimdide Makedonyalılara ve Hellenlere
korku salacaktı. Dünya Brennos’ları unutmayacaktı.
17 Eylül 2019 Salı
NEMETON
KARA ORMAN
M.Ö.
321 (114.olimpiyat, 4.yıl )
Kışın
ortası
Haberler Yunanistan’dan sonra orta
Avrupa’ya da gelmekte gecikmemişti. Avrupa’nın çeşitli bölgelerine göç etmiş
olan Kelt kabilelerinin şefleri belki de ilk defa böylesine yüksek bir
katılımla toplanıyorlardı. Büyük İskender öldüğüne göre Makedonya ve Anadolu’da
her şey değişebilirdi. Bir şey yapılacaksa tam vaktiydi.
Soğuk
havaya ve yolların karla kaplı olmasına rağmen tüm Galya kabilelerinin şefleri
ve druidleri, Hersinia ormanlarının en batı tarafında ki Nemetonda toplandılar.
O zamanlar Avrupa, Pirenelerden Karpatlara kadar sonu gelmeyen bir ormanla
kaplıydı. Ren nehrinin doğusundan başlayarak Tuna nehri boyunca
Helveti’den Pannonia ve Daçya’ya kadar
devam eden Hersinya ormanlarında meşe ağaçlarının gövdeleri daha büyüktü ve
dalları gök yüzüne daha yakındı. Bu ormanlarda ve nehir vadilerinde çok sayıda
Galyalı yaşardı. Hersinia ormanlarının en batısını oluşturan Kara Orman’ın
bitimiyle Ren nehrinin doğu kıyıları arasındaki bu köyde yaşayanların görevi
Nemetonu korumak ve toplantılara hazırlamaktı.
Kelt takvimine göre aylardan
Anagantios’un altıncı gecesiydi. Mevsim kış ve evde kalma zamanıydı. Ama bugün
yapılacak olan ayin ve sonrasındaki yönetim konseyi çok önemliydi. Güneşin
batmasına yakın, druidler Nematonun ortasında daire şeklinde yerlerini aldılar.
Çevrelerindeki iri kayaların arasında meşaleler yakılmaya başlandı. Üç bıyıklı
ve saçları örgülü Galyalı, arp çalmaya başladılar. Alacakaranlığı dolduran
melodi ağlatmak ve güldürmek için çalınmıyordu, dış dünyadan soyutlanmak için
bir çağrıydı bu. Bugün toplanan druidlerin hepsi meşe ağacı dallarından
yapılmış deyneklerine çok sayıda çentik atacak kadar çok ses almışlardı
tanrıları Dis’den. Karanlıkların ve yer altının babası Dis onlara her mağaraya
girişlerinde sesleniyordu. Ayin başladı. Evrenin üç bölümü için ayrı ayrı üç
koç kurban edilecekti bu ayinde ve druidler hangi kurbanın hangi tanrıya kurban
edileceğini söyleyecekti bu gece. Belki de kehanet bile okunabilirdi
kurbanlardan sonra; çünkü zaman karar verme zamanıydı.
“Üzerinde yaşadığımız toprakların
daha da büyümesi için. Daha da bereketli topraklar için. Tanrıça Dana, bu
kurbanımızı kabul et!”. En kenardaki druid bu sözleri söylerken, hem diğer
druidler, hem de kayaların etrafında yer almış olan tüm törene katılanlar hep
bir ağızdan bağırdılar,
“Toprak için, yer yüzü için!”.
“Tanrıça Matrona…Esgor Matrona esgor
(doğur)!”
Bu kurban için kahinlik görevini
üstlenecek druid öne çıktı ve iki Galyalı kehanet için seçilmiş olan kurbanlık
koçu getirdiler. Savaşçı olduğu taşıdığı kocaman kılıcından belli olan Galyalı
kılıcını aniden koçun böğrüne sapladı ve kenara çekildi. Kurban olduğu yerde
iki defa döndü sırt üstü yattı ve çevresinde kenarları harita gibi bir olan bir
kan gölü oluştu. Kahin druid, kurbanın etrafında üç tur attıktan sonra değneğinin
ucunu kurbanın kanına sürtmeye başladı. Çalınan müzik ve druidlerin
mırıldanmaları ve yakarmaları meditasyonu etkili bir kıvama getirmiş olacak ki
kahin kendinden geçercesine ellerini gökyüzüne kaldırdı ve,
“Gidiyoruz “dedi, “doğuya gidiyoruz.
Toprağın, suyun ve havanın tanrıları bize yön gösterdi”.
Başları önlerinde olan kabile reisleri
bu sözü duyunca önce bir irkildiler, ve sonra onlar da ellerini kaldırdı havaya
druidlerle beraber ve hep bir ağızdan bağırdılar,
“Hazırız ! Belenos…Hazırız!”
İlk kurban da durum belli olmuştu. Bir
kısım kabileler doğuya göç hazırlığına başlayacaklardı. Şimdi, tanrılardan,
yeni yerlerde mutlu bir yaşam ve zafer kazandıracak savaşlar istemek için
kesilecek kurbanlara sıra gelmişti.
Okunan ilahilerin ve müziğin eşliğinde,
diğer bir druid evrenin diğer bölümü için adanacak kurbanın getirilmesini
istedi ve,
“Kaybolan ruhlarımızın mekanı yer altı
dünyamız için” dedi ve ellerini kaldırdı.
Bu arada, evrenin son bölümü için
bekletilen son koç da meydanın ortasına getirilmişti ve üçüncü druid de
hazırdı. O da ellerini gök yüzüne doğru kaldırarak,
“Görünmeyen öteki dünyamıza adıyorum bu kurbanımızı”
dedi ve sonra hep beraber bağırdılar “Kurbanlarımız kabul olsun, geleceğimiz
zaferle dolsun”.
Önce druidler, sonra kabile şefleri,
sonra savaşçılar, kadınlar ve çocuklar
sırayla şölen sofrasında buluşmak üzere Nemetondan ayrıldılar. Ancak, alacakları
kararları paylaşmak için, kabile şefleri ve druidlerin bir kısmı, şölene
katılmadan önce, konsey için hazırlanan büyük kulübeye gittiler. Bu toplantıya
katılmayacak olanlar da, kulübelerin önlerinde ve ağaçların altında toplanarak
birbirlerine kabilelerini ve neler yaptıklarını anlattılar, bardların okuduğu
şiirleri dinlediler. Her kes mutluydu. Üç çalgıcı artık güldüren melodileri
çalıyorlar ve neşeli şarkılar söylüyorlardı.
“Daha sık toplanmalıyız şu aralar” dedi
en yaşlı olanı, toplantıyı açar açmaz vakit kaybetmeden, “aramızdaki haberleşme
de daha hızlı olmalı”.
“Kayıt da tutmalıyız” dedi Tektosag
kabilesinin lideri Kastor, “Bir merkezimiz de olmalı” . İskender’le Pers
seferine çıkmadan tanışmış ve onunla şarap içmiş olan Kastor’a hepsi güvenir ve
saygı duyardı. Bir an evvel sefere
çıkma arzusu içinde olan güleç yüzlü genç Kambules söz aldı,
“Saygıdeğer Kastor. Sen bu konularda en
deneyimli olan liderlerimizdensin. Bu işi senin yürütmeni öneriyorum. Nasıl
Romalıların Roma diye bir merkezi var, bizim de olsun”
Bu karar alınabilirse çok önemli bir
aşama olurdu Galyalılar için. Şimdiye kadar hiç belli bir merkezleri olmamıştı.
Her kabile kendinin merkeziydi. Savaş zamanlarında ve önemli durumlarda bir
araya gelirler ve savaşı yönetmek için bir başkan seçerlerdi sadece. Merkezden
yönetim diye bir uygulamayı denememişlerdi hiç. Anlaşılan gerekiyordu galiba
şimdi bu. Söz aldı Po ovasından gelen Orgetoriks,
“Avrupa’da durum kritik. Her şey
değişecek gibi…İskender öldü. İmparatorluk parçalanıyor. Sanırım her koparan
bir yerleri alacak. Kabilelerimizin çoğunun arzusu da göç yönünde. Doğuya
gideceğiz besbelli. Kahinler de doğruladı bunu. Beraber kararlar almalıyız.
Artık daha da birlik olmalıyız. Destekliyorum bu teklifi. Kastor bir Kelt
birliği kursun Avrupa’da. Biz de bilelim bizim merkezimiz neresi..”
Kastor’un bu birliğin kurulması için
çalışması oy birliği ile kabul edildi. Yalnız, Keltiberya’daki kabileler, eğer
bir başkent olacaksa bunun İberya yarımadasından çok uzakta olmamasını
istediler. Kastor’un aklından Tektosag kabilesinin yerleşmeyi planladığı Telosa
geçiyordu aklından zaten ve burası da Keltiberya’ya yakındı. Gelecek yüzyılın
başlarında Anadolu’da bir Galatya kurulabileceğini düşünememişti Kastor henüz.
Böylece Volke konfederasyonun temeli atılmış oldu*.
Kastor duyulan güven için teşekkür
ettikten sonra, druidlere dönerek,
“Meşe ağacı bilge kişilerimiz,
Galyalıların evrendeki yerleri konusunda bugün bizleri aydınlattılar.
Saçtıkları ışık için ve kurbanlarımızı adarken bizlere yol gösterdikleri için
onlara minnettarım”. Sonra kabile reislerine döndü,
“Sevgili silah arkadaşlarım.
Biliyorsunuz Trakya’daki kabilelerimiz batıdaki kardeşlerini de yanlarına
çağırıyorlar. Makedonyalılar ve Yunalılar savaş içinde. Doğuya yürüyüş için
hazırlıklara başlamalıyız. Çocuklarımızın geleceğinin doğuda olduğunu
tanrılarımız druidlerimize söylediler. Askerlerimizin, ailelerimizin bu güç
yolculuğunda onları toparlayacak bir lidere gereksinimiz var. Bu liderimizi
şimdiden seçmeliyiz!” Ve Kambules’i önerdi gelecekteki yolculukta Galyalılara
rehberlik etmesi için. Oy birliği ile kabul edildi. Sevecen ve sempatik
yaklaşımıyla Kambules herkese kendini sevdirmişti. Genç olmasına rağmen bilge
kişiliğe sahip, etrafındakilere de bildiklerini öğretmeye çalışan çalışkan bir Galyalıydı
Kambules. Başlayacaktı hemen gece
bitiminde Kambules çalışmalarına. Kastor bu kritik ve önemli görev için en
uygun adayı önermişti.
Şölen kalabalığını bekletmemek için
toplantıyı sonlandırdı en yaşlı olan Galyalı seçilenleri kucakladı, herkese şans
diledi. Sonra buluştular şölen sofrasında aileleriyle. Boşalttılar yanlarında
getirdikleri fıçılardan şaraplarını kupalarına ve içtiler sabaha dek...
______________________________________
*: Keltlerin Anadolu'ya geçiş kararlarının gerçekleştirildiği Galya'daki Kelt kabilelerinin oluşturduğu birlik. Büyük iskender'in ölümünden sonra, Diadokhoi (halefler) savaşları kızışmaya başlamıştı. Bu durumdan yararlanmayı düşünen Keltler de Anadolu’ya gelmek için hazırlanıyorlardı. Belki onlar da buralarda bu savaşlara katılacaklardı. Tuna boylarındaki bu insanlar en uygun zamanı bekliyorlardı.
(Daha geniş bilgi için "Galya'dan Galatya'ya-Galaterra" Arkeoloji ve Sanat Yayınları)
(Daha geniş bilgi için "Galya'dan Galatya'ya-Galaterra" Arkeoloji ve Sanat Yayınları)
4 Eylül 2019 Çarşamba
EFES'DE BİR DÜĞÜN
EPHESOS
M.Ö
299 (120.olimpiyat, 1.yıl)
Ocak
(Gamelion)
Düğün gemisi, sağında ve solunda iki
triremes eşliğinde limana yanaşmak üzereydi. Askerler limandaki kalabalığı
kontrol etmekte zorlanmaktaydılar. Hem adını çok duydukları Mısır kralını
karşılamak, hem de kızı güzel Arsinoe’yi görmek için tüm civar kentlerin
insanları limanı doldurmuştu. Kralın evleneceği günde evlenmek isteyen onlarca
çift ve akrabaları da Ephesos’a gelmişlerdi o gün. Gamelion evlilik ayıydı ve
gençler Hera’nın bu kutsal ayını beklemişlerdi evlenmek için. Üstelik kralları
da evleniyordu bu yılki evlenme zamanında. En iyi zamandı bu zaman evlenmek
için. Üstelik her iki kral da düğün hediyeleri vereceklerdi elbet. Kürekler
içeriye alınıp gemi kıyıya bağlandığında borazanlar çalmaya başladı ve Ptolemi
güvertede göründü. Her iki kollarını yana açıp Ephesosluları kucaklarcasına
selam verdiği sırada Lysimakhos’da aynı hareketi yaparak kıymetli konuklarına
hoş geldiniz diyordu. Kuş ve aslan desenli kırmızı kilimin üzerine basarak
karaya çıktıklarında her iki kadim dost ve silah arkadaşı kral birbirlerine
sarıldılar. Bu sırada halkın alkışları davul seslerini bastırıyordu. Konuk
kralın arkasından gelen Berenice ve Arsinoe elele tutuşmuşlardı. Lysimakhos
geline ve annesine gülümsedi. Arkasından yer almış olan oğlu Agathokles ve
gelini Lysandra konuklara yol verdiler. Lysandra babası Ptolemi’nin
yanaklarından öptü. Konuk kraliyet ailesi kendilerine ayrılmış olan küçük
saraya giderken Ephesos’lular onlara menekşe ve gül atmaktaydılar.
Ertesi sabah gün doğumunda, her iki
kraliyet ailesi, komutanlar ve soylu kişiler Artemis tapınağının önünde
yerlerini aldılar. Ephesoslular güneş doğmadan gelmişlerdi tapınağa. Gelin ve
damat Apollo ve Artemise adaklarını sunmuşlar, yeni evlenen diğer çiftlere de
hediyelerini vermişlerdi. Arsinoe’nin annesi anlattı kızına, Artemis tapınağı
yapılamadan önce, buraların tanrıçasının Kibele olduğunu. Bu ana tanrıça o
kadar çok seviliyormuş ki vaz
geçememişler ondan ve Kibele’nin bereketini Artemis ile devam ettirmiş buranın
halkı. Aslında Kibele çok iri memeli ve şişman bir tanrıçaymış. Artemis’in o
narin vücudunu değiştirememiş insanlar. Bu nedenle çok kocaman memeler yerine
çok sayıda ama küçücük memeler yakıştırmışlar yeni bereket tanrıçası güzel
Artemis’e.
Küçük sarayda, artık küçük olmayan
Arsinoe akşamki düğün törenine hazırlanıyordu. Artık hayatının çocukluk dönemi
bitmiş, yeni bir hayatın yeni bir dönemine başlamak üzereydi. Arsinoe çok iyi
biliyordu ki, hayatının bu dönemi annesin ki kadar sakin olmayacaktı. Çünkü o
sarayda oturup çocuk yetiştirmekle yetinemezdi. Erkeklerin satranç sehpasında
yer almadan duramayacaktı. Arsinoe, hamamın kocaman, dibi de kazan gibi oldukça
derin ve yuvarlak küvetinde otururken geleceğinin rüyalarını görmekteydi sanki.
Gemiden saraya giderken göz göze geldiği boynuna trok takmış olan o sert
bakışlı adamı unutamıyordu.
Elinde kocaman güğümüyle küvetin sıcak
suyunun hep aynı seviyede kalmasını sağlayan erkek çocuk son seferini
tamamlamıştı artık. Mısırdan beraberinde gelmiş olan hizmetkarları Arsinoe’nin
vücudunu kille temizleyip yıkamışlar saçlarını kemik taraklarla fırçalamışlardı.
Ritüelin banyo kısmı bitmişti . Şimdi yüzü koyun yatırılmış derisi kapkara
şişman bir kadın tarafından vücuduna kokulu yağ sürülerek masaj yapılıyordu.
Yan odada annesi ve üvey kız kardeşi ki onun üvey kaynanası olacaktı artık,
saçının ve tülünün nasıl olacağının kavgasını yapmaktaydılar. Tapınaktan
dönüldükten sonra sarayın kadınlar bölümünde başlayan koşturmacalar iyice
artmıştı. Berenice’nin İskenderiye’den yanında getirdiği iri vücutlu enukh
(hadım ağası) bir odadan öbürüne girip çıkıyor, kadınların isteklerine
yetişmekte zorlanıyordu. Baskar sıradan bir enukh değildi. O hem kadınların
dilini iyi anlıyor; hem de saray ve
haremdeki işleri büyük bir ustalıkla hemen halledebiliyordu. Eski bir köle olan
Baskar, haremde çalışırken, kütüphanenin kuruluşunda da koşturmuş ve iyi bir
eğitim alma fırsatını yakalamıştı. Yunanca konuşabiliyor ve yazabiliyordu.
Berenice Mısır’a döndükten sonra, kızını en güvendiği enukhlardan biri olan
Baskar’a emanet etmeyi planlamıştı. Baskar kızının sadece bir hizmetkarı değil,
aynı zamanda onun arkadaşı ve koruyucusu olacaktı.
Gelinin saçlarının topuz yapılmasına
kara verildi. Altın işlemeli tül ensesinin üstünde yer almış olan fil dişinden
yapılmış tokasına tespit edildi. Arsinoe’nin incecik uzun boynu onun güzelliğini
daha da ortaya çıkarmıştı. Elbise faslına geçilmeden önce odanın kenarlarındaki
döşeklere uzandılar. Enukh’un mutfakta kaynatmakta olduğu ıhlamur sularının
gelmesini beklediler. Yorulmuşlardı. Mis kokulu ıhlamur suları içildikten sonra
Berenice ellerini çırparak,
“İşe devam kızlar” diyerek hızla ayağa
kalktı. Aynı koşturmaca devam etti kısa bir moladan sonra. Yörenin en becerikli
kadın terzisi, Arsinoe’ye giydirilen kırmızı ipek tuniğin bel ve koltuk altı
kısımlarını kimsenin göremeyeceği dikişlerle tutturarak düğün elbisesinin son
halini alması için çok uğraştı. Şölene katılacak diğer kadınlar da kırmızılı
mavili elbiselerini kuşandıktan, göz kapaklarını sürme ile siyahlaştırdıktan ve
yüzlerini de buğday nişastası ile beyazlaştırdıktan sonra, düğün töreninin son
safhası için hazırdılar artık.
“Baskar” diye bağırdı elini çırparak,
“git bak bakalım, hazır mı araba ve atlar.”
Dingilleri çekecekleri iki
tekerlekli küçük arabaya bağlı olan dört
beyaz at yerlerinde sabırsızlanmaktaydılar. Berenice meşalesini eline aldı ve
“Kral giyindi mi?” diye sordu.
Damadıyla ve diğer devlet adamlarıyla
yaptığı toplantısından yeni gelmiş olan Ptolemi, büyük bir hızla hazırlanarak
sevgili kızının yanına gelmiş ve onu büyük bir hayranlıkla seyretmekteydi.
Düğün alayı damadın evine doğru yapacağı son yolculuğa başlamak üzereydi artık.
Hep beraber avluda beklemekte olan
arabanın yanına geldiler.Seyisler yeni tımarlanmış atlara hakim olmakta
zorlanıyorlardı. Kral Ptolemi ve kızı tek basamakla arabaya çıktılar ve kral
dizginleri eline aldı. Avlu dışında bekleyen halkı selamladı. Arabanın oturacak
bir yeri yoktu. Savaşta kullandıkları arabaların daha süslüsüydü bu. Berenice
dört atlı arabanın önüne geçerek, elinde meşalesiyle yerini aldı. Baskar
koşarak geldi ve meşaleyi yaktı. Bulutların arasından zorlukla geceyi
aydınlatmaya çalışan dolun ayın yardımcısı olmuştu meşalenin alevleri. Davullar
çalmaya başladı.
Küçük sarayla kralın yaşadığı ana sarayı
birleştiren bu yol, bu düğün için özel olarak getirilen taşlarla döşenmişti.
Babasının sürdüğü dört atlı arabanın üzerinde Arsinoe, annesinin aydınlattığı
yolda ilerlemekteydi yeni hayata doğru.
Sabah
ellerinde beşik şeklindeki sepetleriyle çocuklar ekmek dağıtmaya devam ettiler
onları alkışlayan Ephesoslulara. Ekmeğin yanında Mısır’dan getirilen hurmaları
da atıyorlardı halkın üzerine. Halk da çiçeklerle cevap veriyordu düğün
alayına.
Sarayın ana kapısının önüne
geldiklerinde, Kral Lysimakhos, oğlu Agatokles ve onları karşılamak için daha
önce gelmiş olan gelini, Ptolemi’nin bir önceki karısından olan kızı Lysandra,
ellerinde çiçek buketleriyle onları beklemekteydiler.
Kızın babası ve damat ellerini başlarına
götürerek birbirlerini selamladılar. İki kralın selamlaşması başlayan alkışlar
sona erdiğinde Ptolemi damadına seslenerek,
“ Şahitlerin önünde bu kızımı
çeyiziyle beraber, kutsal evlilik bağları içinde çocuk yapasınız diye sana
veriyorum” dedi.
“Onu kabul ediyorum” diye cevap
verdikten sonra, Lysimakhos arabaya yaklaştı ve gelini belinden tutarak
kucağına aldı ve arabadan indirdi. Arabanın diğer tarafından Ptolemi de
inmişti. Seyisler atları arabadan ayırdılar. Bu sırada elindeki meşaleyi kızına
vermişti Berenice. Yeni damat ve gelin ellerinde meşale arabaya doğru gelerek,
meşaleyi arabanın üzerine fırlattılar. Araba alevler içinde yanmaya başlayınca
ortalık daha da aydınlandı. Arsinoe için artık eve dönüş yolu yok olmuştu.
Damadın ve gelinin akrabaları ve dostları, Ephesos soyluları ve konuklar
neşeyle şölenin yapılacağı düğün salonuna doğru ilerlediler.
Kraliyet masası olan düğün masası
dışındaki masalar, erkekler ve kadınlar için ayrı ayrı düzenlenmişti. Her
masanın üzerinde kurutulmuş hurma, incir ve üzüm dolu sahanlar konulmuştu.
Şarap testileri geldi, kupalara konuldu ve şölen başladı. Yemekte ballı susam
ikram edildi davetlilere. Otuz kişilik koro lir ve flüt eşliğinde şarkılar
söylediler. Daha sonra koşarak dansçılar girdi salona. Parmakların ucunda dans
ederek, müziğin hızlanmasıyla onlar da hızlandılar. Kızlı erkekli iki sıra
olmuşlardı. Her iki sıranın ucundakiler ellerindeki kırmızı mendilleri
sallamaktaydılar. Dans ederken,
“Hymen ooo…Hymen” diye şarkı
söylüyorlardı. Evlilik tanrıçası Hymenaios’a adanan evlilik şarkısıyla gösteri
tamamlanınca tüm konuklarda ayağa kalktı ve hep bir ağızdan bağırıldı,
“Hymnen…. Hymen !”
Kupalarındaki şaraplarından birer yudum
daha alan konuklar oturdular. Sadece Lysimakhos ve Arsinoe ayakta kalmıştı.
Lysimakhos, gelinin altın işlemeli tülden yapılmış duağını açtı ve onu alnından
öptü.
“Hoş geldin sevgili Arsinoe”
“Bekledim ve iyiyi buldum” diye cevap
verdi gelin ve utangaç bir tavırla başını öne eğdi.
Sonra tüm konuklar tekrar ayağa
kalktılar ve kupalarına tekrar doldurmuş oldukları şaraplarını, tanrılarının
onuruna, etrafa saçarcasına önlerine doğru döktüler.
Arsinoe, arkadaşı Ptolemi’nin ona verdiği
çok kıymetli bir hediyeydi.
3 Eylül 2019 Salı
BERGAMA'NIN YÜKSELİŞİ
K
|
üçük Asya’da söz sahibi olacak yeni Bergama kralı
belli olmuştu. Vadinin kuzeyindeki kayalıkların üzerinde kurulmuş olan muhteşem
Bergama Akropol’ünün Doğu tarafındaki sütunlarına yaslanan otuz yaşındaki yeni
kral yakında girişeceği savaşları düşünüyordu. Kentin yukarı kısmında yer alan
büyük bir kale görünümünde olan Akropol, Kaikos (Bakırçay) ovasına tamamen
hakim bir durumdaydı. Sanki Anadolu’nun en uzak noktasını görürcesine güneşin
doğuşunu büyük bir dikkatle izlerken, zor olsa da Seleukos ve Galat orduları
ile baş edebileceğini görüyordu. Anadolu’nun en güçlü krallığının başına geçmiş
olan yeni kral Attalos cesurdu, güçlüydü ve en büyük amacı ülkesinin
sınırlarını genişletmek ve krallığını daha da güçlendirmekti. Genç kralın tahta
geçmesiyle Anadolu’nun dengeleri değişecek gibi gözükmekteydi. Eski kral
Eumenes Galat savaşçılarının saldırılarına karşı topraklarını haraç vererek
korumayı tercih etmiş ve Galatlar ile bir sürtüşmeye girmemişti. Genç
Attalos’un barışı sağlamak uğruna Galatlara pes etmesi söz konusu olamazdı.
Genç
ve yeni kral Akropol’den ayrılmadan önce tapınağa uğradı. Bergama kentinin
koruyucusu kabul edilen akıl ve savaş tanrıçası Athena adına yapılan tapınak
Akrepol’ün teras kısmında ve kenti tamamen görecek şekilde inşa edilmişti. Attaolos Athena’dan yakındaki savaş için
yapacağı plan ve taktikler için akıl istedi, savaş staretejisini
uygulayabilmesi için güç istedi ve eğer zafere ulaşmakta zorluk çekerse Troya
savaşında Akhaların yardımına koştuğu gibi kendisine de yardım etmesi için
yakardı.
Eski
kral Eumenes Galatlara bir bedel ödeyerek onlarla savaşmaktan kurtulurken,
Seleukos krallığına bağımlı olmayı kabul etmemiş ve M.Ö. 261 yılında yapılan
büyük savaşta Antiokhos’u yenerek gücünü göstermiş ve daha sonra Seleukos
hanedanlığı ile barışçı ilişkiler sürdürmeyi sağlayabilmişti. Bergama zengin
bir ülkeydi. Savaşlardan olabildiğince uzak kalmayı başararak zenginliğini daha
da arttırdı. Kuzeydeki bakır madenleri, İda(Kaz) dağının eteklerindeki gümüş yatakları,
bereketli toprakları ve 18 km batısındaki Ege sahilindeki ticaret limanı ve
Hellen şehirleri ile yakın ticari ilişkiler Bergama krallığını her geçen gün
daha da güçlendirmekteydi.
Bergama
Krallığını Büyük İskender’in yakın arkadaşı ve en güçlü haleflerinden(diadokhoi) Lysimakhos’un generallerinden
Philetairos[1]
kurmuştu. Bu zengin ülke Galatlara o kadar haraç ödemesine rağmen henüz
Lysimakhos’un Philetairos’a emanet ettiği imparatorluk hazinesine elini
sürmemişti bile. Zengin maden yataklarından çıkartılan bakır ve gümüş ile
kentin gelişmesi, askerlerin ücretlerinin ödenmesi ve Galatlara verilecek
ödenti için yeterli sikke basabilmekteydiler.
Yeni
kralın Galatlara haraç vermeyi kabul
etmeyeceğini açıklaması Galatlara karşı bir meydan okumaydı. Önemli bir gelir
kaynağından yoksun kalacaklarını gören Galat kabileleri de Bergama’ya saldırmak
için hazırlık halindeydiler. Genç Attalos da zaten Galatlar ile savaşmaya ve
onlara haddini bildirmeye kararlıydı. Galat ordusunun Bergama’ya yaklaşmakta olduğu
haberleri geldi. Bergama’nın bereketli ovasını sulayan Kaikos ırmağının
kaynağına yakın bir yerde iki ordu karşı karşıya geldiler. Tolistobog[2] kabilesi savaşçılarından
oluşan Galat ordusu her zamanki gibi korkusuzca ve çılgınca savaştılar. Kanlı
bir savaş oldu; Bergamalılar Galatları yendi. Ancak savaş bitmiş sayılmazdı; diğer
Galat kabilelerinin destekleri ile tekrar toparlanınca ve Seleukos krallığı ile
ittifak sağlanınca sekiz yıl kadar sonra savaş yeniden başlayacaktı. Galatlar
intikam hırsıyla kılıçlarını bilediler.
Seleukos prensi Hieraks da Anadolu’ya hakim olma hırsıyla bir yandan
kardeşi Seleukos’u yok etmeğe çalışırken bir yandan da düşmanı Bergama’ya karşı
hazırlıklarını tamamladı.
Galatlar
M.Ö 277 yılında Anadolu’ya geldiklerinden beri üstün savaşçı yetenekleriyle
yenilmez bir güç olarak kendilerini göstermişler ve düzenledikleri baskınlarla
Anadolu’da güçlenmekte olan krallıkların korkulu rüyası haline gelmişlerdi. Büyük
İskender’in ölümünden sonra imparatorluğun parçalanmasıyla ortaya çıkan yeni
krallıklarla zaman zaman savaşırken çoğu kez de bu krallıkların orduları içinde
vazgeçilmez paralı askerler olarak rol almışlardı. Galat kabilelerinin yerleştiği Galatya
bölgesi Anadolu’nun en büyük güçleri olarak beliren Seleukos ve Bergama
krallıkları ile komşu durumundaydı ve Galatlar bu krallıklarla devamlı ilişki
içinde olmuşlardı. Seleukos krallığı genellikle savaşarak Galatları kontrol
altında tutmayı çalışırken, Bergama krallığı ise Eumenes’in ölümüne kadar
Galatların saldırılarını haraç ödeyerek önlemişti; ancak artık durum
değişiyordu. Eumenes M.Ö. 241 yılında öldüğünde tahta yeğeni Attalos geçince ve
Galatlara savaş ilan edince, Seleukoslar
Anadolu’daki ordularını kuvvetlendirmeye başlamışlardı; çünkü gözü pek Attalos’un
saldırgan planlarını tahmin edebiliyorlardı.
Kardeş
kavgaları nedeniyle zayıf düşmüş olan ve otorite kargaşası içinde bulunan
Seleukos krallığı tedirgindi. Doğusu ve batısı birbirine düşman iki kardeş kral
tarafından yönetilmekteydi. Kuvvetli ordularıyla ve filleriyle Galat
savaşçılarını sindirebilmeyi başarmış olsalar da Seleukoslar için de Galatlar
her zaman potansiyel bir düşman durumunda kalmaya devam ediyorlardı. Bununla
beraber iç savaşlar sırasında Galatları paralı asker olarak da kullanmışlardı
ve şu sıralar Galatlar ile müttefik durumundaydılar.
Galatların
Bergama krallığı karşısında savaşı kaybettiği haberi gelince Seleukosların Anadolu’dan
sorumlu kralı Hieraks Bergama’ya karşı Galatların yanında yer almakta gecikmedi.
Savaşta çok kayıp veren Tolistobog kabilesi toparlanmaya çalışırken, Ankyra’dan
yola çıkan Tektosag kabilesi de yani bir savaş için hazır durumdaydı.
Attalos’un ordusuna karşı savaşı kaybetmiş olsalar da, Hieraks’ın verdiği silah
ve para desteği ile güçlü bir ordu oluşturmuş olan Galatlar Bergama halkını
korkutmaya devam ediyorlardı. Yeni bir savaş çok yakındı ve Attolos bu savaştan
da galip çıkması gerektiğini çok iyi biliyordu. Onu korkutan yenilirse
Galatlara vermek zorunda olacağı haraç değildi; savaşı kaybederse Seleukosların
egemenliğini kabul etmek zorunda kalacaktı. Bu durumda Attalos korudukları
Lysimakhos’un hazinesini askerleri için harcamaktan çekinmeyecekti.
Seleukos
ordusunun desteğinde Galat ordusu Bergama’nın güneyinde yer alan Aphrodite tapınağı yakınlarına kadar
gelmişti. Galat savaşçıları sabahın erken saatlerinde yüzlerine savaş
boyalarını sürmeye başlamışlardı. Attalos’un düzenli ordusu karşılarında
çılgınca haykıran ve çılgınca kılıçlarını savurarak üstlerine doğru gelen
vücutlarının üstü çıplak, altlarında pantolon
giymiş Galat savaşçılarını görünce geri çekildiler; ancak savaş alanını
terk etmediler. Attalos’un generalleri askerleri toparlamakta zorluk çekmedi.
Güçlü Bergama ordusu saldırıya geçti. Galatlar çok kayıp verdi. Attalos Hieraks’ın
askerlerine de saldırı emrini vermişti. Attalos kesin bir üstünlük sağlayarak
Galat ve Seleukos ordularunı yendi. Attalos’un Hieraks’ı yenmesinden çok
Galatları yenmesi Anadolu’da ve hatta Hellen dünyasında büyük yankı uyandırdı.
Anadolu’da 40 yıldır korku salan Galatlar en sonunda büyük bir hezimete
uğratılmıştı. Attalos’un M.Ö. 237 yılında Galatlara karşı kazandığı bu zafer
unutulmayacaktı. Anadolu krallıklarına uzun zamandan beri yaptıkları
saldırılarla korku salan ve haraç alan Galatların bu yenilgisi büyük bir
sevinçle karşılandı. Attalos artk Anadolu’nun güçlü kralı olduğunu göstermiş ve
efsaneleşmişti. Artık ona “kurtarıcı” anlamına gelen Soter adını verdiler. Attalos I Soter bu büyük zaferin anısına
festivaller düzenledi ve Bergama’da ve
büyük bir tapınak inşası için mimarlarına emirler verdi.
Sağ
kalan Galatlar Anadolu’nun içlerine doğru Galatya’daki köylerine geri çekilmeye
başladılar. Seleukos İmparatorluğunun Anadolu’dan sorumlu kralı Hieraks ise bu
yenilgi sonucu kuzeye giderek Bithynia kralından yardım aldı ve Attalos’a karşı
savaşına devam etmek için tekrar toparlanmaya çalıştı. Ancak daha sonra yaptığı
savaşlarda da yenildi ve Anadolu’yu tamamen ele geçirme hayallerinden vazgeçmek
zorunda kaldı. Daha sonraları Trakya’ya kaçmaya çalışırken Tylis Galatları
tarafından öldürüldüğü söylenir.
_______________________________________________________
[1] Bergama
Attalos Hanedanlığı: Philetairos(M.Ö.283-263), I.Eumenes(M.Ö.263-241), Attolos
I Soter(M.Ö.241-197), Eumenes II Soter(M.Ö.197-159), II.Attalos(M.Ö.159-139),
Attalos III Philometor(M.Ö.139-133).
[2] Orta
Anadolu’da Galatya olarak adlandırılan bölgeye yerleşmiş olan Galatlar üç kabilenin oluşturduğu yerel yönetimler tarzında yaşamaktaydılar. Bu
üç kabile:
1)Tolistoboglar: Sangarios (Sakarya)nehrinin batısı,
Pessinus(Ballıhisar) ve civarı,
2)Tektosaglar: Sangarios ve Halys (Kızılırmak)
nehirlerinin arası, Ankyra(Ankara) ve civarı,
3) Trokmiler: Halys nehrinin doğusu, Tavion(Nefesköy)
ve civarı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)